Gavs hazretleri [kuddise sırruhû] halifeliği almadan önce Seyyid Ahmet diye bir tanıdığı sûfi ile beraber Hazne'ye gittiler.
Şah-ı Hazne, Gavs'ı, Şeyh Maşuk'u ve diğer bir âlimi huzuruna çağırttı, sonra da onları alıp camiden 100 metre ileriye götürdü. Tenha bir yerde onlara,
- Bu Nakşibendi tarikatını Hazret bana teslim etti. Vallahi, vallahi, vallahi bugüne kadar ne fazla ne de eksik yaptım, aynı Hazret'in yolunu takip ettim, hep onun yolunda yürüdüm.
Şimdi bir çoban sürüsünü dağa, çayıra veya meraya götürüp otlatsa, acaba çobanın bu sürüden bir beklentisi olabilir mi? Onlardan bir dua beklentisi olabilir mi? İşte ben de bu hususta bir beklenti içinde değilim, Allah için yaptım ve O'nun emrini yerine getirdim.
Bir de bugüne kadar ben Hazret adına kime tövbe vermiş isem, ben de onlarla birlikte tövbe ettim. Hatta ilk ben tövbe ettim, sonra de gelenlere tövbe ettirdim, dedi. Bu sohbetiyle Gavs'a halifelik vereceğini ima ediyordu. Bu durumu anlayan Gavs hazretleri, takatten düşerek korktu ve endişeyle yere çöktü. Bunun üzerine Şah-ı Hazne,
Şeyh Abdülhakim! Korkma! Niye korkuyorsun? Hem ben sana kefilim. Üstelik sen bu görevi ifa edecek güçtesin dedi.
Şah-ı Hazne'nin bu sözü üzerine Şeyh Maşuk ile diğer alim:
- Vallahi Şeyh Abdülhakim malı alıp götürdü! Üstelik gelir gelmez de Şah-ı Hazne ona kefil oldu, dediler.
Şah-ı Hazne, bu görüşmesinden sonra direk camiye gitti .Sünneti kıldı, sonra da yüzünü çevirdi ve müezzine kamet getirmesini söyledi. Şah-ı Hazne, namazı kıldırmak üzere ayağa kalktı, geriye dönüp baktığında Şeyh Maşuk'un olmadığını
farketti.
- Molla İbrahim! Şeyh Maşuk nerede, diye sordu. Molla İbrahim,
- Kurban, vallahi bilmiyorum, görmedim, dedi. Şah-ı Hazne,
- Hele bir bakın bakalım nerede, dedi.
Cemaatten biri,
Vallahi Şah-ı Hazne dönerken Şeyh Maşuk feryat ederek tekrar görüşme yaptığınız o yere gitti kurban, dedi. Bunun üzerine Şah-ı Hazne,
- Molla İbrahim! Git, çağır, dedi. Molla İbrahim de hemen çıkıp gitti, Şahı Hazne de ayakkabısını giydi ve onun peşinden çıktı. Nihayet Şeyh Maşuk'u buldular.
Şah-ı Hazne,
Şeyh Maşuk; Şeyh Abdülhakim bunu hak etti. Ben mi Şeyh Abdülhakim'e verdim. Vallahi Allah ona verdi. Hz. Resulullah ona verdi. Hazret ona verdi. Sonra da ben verdim. Şayet benim elimde olsaydı, kendi çobanlarıma verirdim de Şeyh Abdülhakim'e vermezdim. Bu, Allah'ın işidir, o çalışarak hak etti, Allah da ona verdi.
Sen buraya ata binerek geliyorsun, heybeni de yağlı ekmek ve çöreklerle dolduruyorsun. Burada da aynı şekilde yiyip içiyorsun. Ama Şeyh Abdulhakim öyle değil, o hanımın pişirdiği tandır ekmeklerini sırtına alarak geliyor, üstelik yayan, parasız, pulsuz geliyor. Burada da sûfilere verilen üç ekmekle yetiniyor; ikisini yiyiyor, birini de yolda yemek ve ailesine gö- türmek üzere ayırıyor. Dolayısıyla o bunu hak etti, Allah da ona verdi. dedi.
Şah-ı Hazne böyle deyince Şeyh Maşuk'un gönlü o zaman yumuşadı.