Yaşım otuz otuz iki, o zaman askerim henüz, vazifede bulunuyorum. Vazifem Bolu'da. Din-i İslâm'ı yaşamak gibi bir gayretim yok. Haftada bir cuma namazına gidiyorum. Öyle de oluyor sanıyorum. Gafilim. Bunun yanında tasavvuf nedir, bazı kırıntılar haricinde hiçbir bildiğim yok. 1959 senesinde bana dair bütün manevi manzara işte bundan ibaret değerli kardeşim.
Ahmet beni Bolu'da, o zaman tahminim seksen doksan yaşında olan Sürmeli Hoca ismiyle maruf Molla Muhyiddin'e götürdü. Vardık. Mübarek hoş karşıladı. Böylece ilk defa bir şeyh ile, ilk defa bir tasavvuf yolu ile tanışmış oldum.
Bir süre sonra Bolu'ya tekrar vardığımda Muhyiddin Efendi'nin dârü'l-bekâya göçtüğünü öğrendim, kabr-i şeriflerini ziyaret ettim. Akabinde öncesinde intisap etmemiştim, yollarına girdim. O Ahmet isimli arkadaş bana üç kitap hediye etti. Ben okumaya başladım. Okudukça tasavvufun Allah'a ulaşma davasında nasıl bir elzemlik ifade ettiğini gördüm. O kitaplar içinde Abdülkadir-i Geylânî hazretlerinin kitabında mübarek, âli makamından buyuruyordu ki kim bizden canı gönülden ihlâs ve samimiyetle himmet dilerse Allah'ın lutuf ve keremi kendisine yetişir. Ben bunu öğrendikten sonra başladım, medet yâ Abdülkadir-i Geylânî, el medet yâ sultanü'l-evliya hazretleri diyerek kendime vesile etmeye.
Okuduğum o kitaplar hakikaten benim gönlümü nurlandırdı. İstifade ettim. Yüce Allah'ın inayeti ile kalbim din-i mübin-i İslâm'ı sevmeye başladı. Beş vakit namaza başladım. Allah Teâlâ o iki kardeşime de hayırlar ihsan etsin.
O sıralarda benim şarka tayinim çıktı. Siirt'e gittim. Dünya olarak Siirt'e gittim ama gönlüm hâlâ diyar diyar bir maneviyat aslanı arıyordu. Çünkü ben bu sürecin sonunda, yani daha birkaç zaman evvel beş vakit namazdan gafil olan ben, Allah dostlarına karşı büyük bir muhabbetle baş başa kaldım. Büyük bir sevgi zuhur etti bende. Ama bunun yanında maneviyatımdan da hoşnut değilim. Haramlardan hâlâ nefret eder hale gelememişim. Bunlar beni üzüyordu. Böyle Allah'a varılmaz diyordum. Evet, bir mürşide intisap ettim ama mesafe kat edemiyorum. Muhabbet-i ilâhiyyeye ler aramaya koyuldum. vâsıl olamadım. Ben bu arzu ve düşünceyle başka mürşidler aramaya koyuldum.
Siirt'teki komşum bir müezzindi. Bana iki mürşidden bahsetti. Sırayla onlara da gittim. Ders aldım. Ama bir müddet daha geçti ki yine aradığımı bulamamış bir halde gördüm kendimi. Üzüntüm derinleşti. Vazifeli bulunduğum sırada Bitlis'in Baykan kazasında Veysel Karanî hazretlerinin türbe-i şerifi var. Ben görevliyim, kamyonlarla odun taşıyorum. Karanî hazretlerinin türbe-i şerifinde iki derviş oturmuş, murakabe yapıyorlar. Boyunlarını öyle bükmüşler ki Allah Azîmüşşan'a karşı, rahmet-i ilâhiyyeyi talep ettikleri çok belli. Ben de onlarla hasbihal etmek, derdimi arzetmek diledim. E adamları tanımıyorum? Veysel Karanî hazretlerinden istimdat istedim. Dedim ki: "Ey Allah'ın dostu, ey habib-i Hudâ'nın sevgilisi, şu iki kişiye emir ver de benimle konuşsunlar."İnanın Cenâb-ı Hak'tan böyle mübarek bir sohbette yalan olmaz. Onlardan biri kafasını kaldırdı. "Ey muhterem! Sen misin Veysel Karanî'den himmet isteyen? Bizimle tanışmak istemişsin? Sultanü'l-evliya bize ferman etti. Seninle konuşacağız." Hay hay. Kalktık. Türbenin bulunduğu külliyeye götürdüler beni. O benimle ilk konuşan efendi tanışmaktan muradımı sordu. Ben de, "Sizin cemalinizde bir muhabbet ve sürur gördüm. Size buna bahşeden manevi sermaye bende de olsun istedim" dedim. Hay hay. Söz açtılar. Siirt'in meşhur evliyalarından Muhammed Hazin hazretlerinin [kuddise sırruhû] halifesi Molla Muhyiddin Efendi'ye bağlı olduklarını beyan ettiler. Ben o muhabbetten sonra o arkadaşların yoluna intisap ettim. Dördüncü şeyhim yine bir Molla Muhyiddin Efendi olmuş oldu böylece. Ama bahsetmeye çalıştım ya demin herkesin lezzet alması farklıdır. Ben yine beni tatmin edecek tadı bulamadım. Hatta komşum olan müezzin Muhyiddin'e başka mürşidler yok mudur, diye sordum. O da, "Kardeşim bütün bildiğimi söyledim. Yeni bir zat zuhur ederse sana haber veririm. O zamana kadar sana sabretmek düşer" dedi.
Bu arada ben Abdülkadir-i Geylânî hazretlerinden medet dilenmeye gönül kapımdan tabir câizse iyice yüklenmiştim. Kardeşlerim Receb ayının ilk haftasıyla müşerref olduk. O haftanın başında Rabbim'in lutfu ile bir rüya gördüm:
Rüyamda, bir denizin içindeyim, yüzüyorum. Bana bir sandal geldi. "Sen Allah'a git" buyurdu. Rüyamda sesin hâşâ, Allah'ın zatına ait olduğunu hissediyordum. Ben denize dalmaya başladım. Denizden yeşil, sarı, kahverengi yedi sekiz renkli ışık çıkıyor. Ben de ha bire denizin dibine dalıyorum, dalıyorum, dalıyorum. Bir ara ses geldi. "Tamam, menzile vâsıl oldun." Oradan suyun yüzüne çıktım. Baktım, bir sandal geliyor. Bulunduğum yere geldi. Sandal da biri var. Dikkat buyrulsun! Sandaldaki zat bana, "Sandala bin" dedi. Bindim. Sual etti, "Nereden geliyorsun?" "Allah'ın azametinden geliyorum" diye cevap verdim. "Allah Azîmüşşan denizin içinde miydi?" "Allah bütün mekânlardan münezzehtir. Öyle bir hal vâki olmadı." Böyle söyledim ve gözümü açtım. Rüya bitti.
Bilmiyorum, Allah'ın rahmeti insana nasıl yetişir? Zannediyorum benim de bir samimiyetim varmış ki tam bir sene sonra merhamet-i sübhâniyye bana da büyük bir rahmet kapısı açtı. Günlerden fi yevmi'l-cuma. Bir sene sonraki Receb ayının ilk cuması. Komşum Muhyiddin Efendi'nin görev yaptığı camide cuma namazını eda etmeye geldim. Muhyiddin Efendi camide beni görünce o tam kelimenin manasıyla müjdeyi verdi! "Efendi gözün aydın! Senin aradığın gibi bir mürşid zuhur etti dedi. Gavs-ı Kasrevi buyuruyorlar, Seyyid Abdülhakim Hüseyni. Muhammed Diyâüddin hazretlerinin halifesinin camisine gelmiş. Ortalık ana baba günü. Oraya git!"
Ben avam lisanıyla dörtnala bahsi geçen camiye gittim. Gerçekten de kalabalık daha bahçeden başlıyordu. Bahçede 100 kişilik bir cemaat vardı ama hepsini cezbe sarmış. İçeriden de cezbe naraları yükseliyordu. Böyle bir durumla ilk kez karşılaştım ben o gün. Bakın artık tasavvufa dair hiçbir şey de bilmeyen Mehmet değildim ama böyle bir cezbe durumuyla ilk kez o gün karşılaştım. Ve tabii korktum. Ama korku ölüme deva getirmez. Aradığım buradaysa bir korku sebebiyle bırakıp da gideyim mi? Hem ben bu durumun hikmetini nereden bileyim? İçeri yöneldim. İçeride de dediğim gibi cezbeden kıyamet kopuyordu. Gavs-ı Kasrevi hazretlerini gördüm. Gördüm ama cezbeden dolayı kalbimde hafif bir çatallanma vardı hâlâ. Yakınlarına doğru gittim şöyle biraz. Oturacağım fakat diz çökmeye pek alışkın değilim. Biraz eğilip büküldüm. Gavs-ı Kasrevi bana, "Rahat otur" dedi. Şaşırdım. Öylesine oturuverdim. Tam da yanında değildim henüz. Hayatımın dönüm noktası geliyor. Ben bunu hissetmeye başladım. Kalbim ferahlamaya başladı. Gavs hazretlerinin mübarek cemaline baktım. Nasıl güzel, nasıl güzel? Bu durum üzere üç beş dakika geçti. Gavs-ı Kasrevî bir sufiyi yanına çağırıp beni işaret etti. Sofi gelip beni içerideki bir odaya çağırdı. Gavs hazretleri ile birlikte üç kişi iç odaya gittik. Hoşnutum, pişman değilim. İç odada Gavs hazretlerinin sağ yanağından üç defa öperken buldum kendimi. Dedim, "Kurban sen ne kadar tatlı bir insansın? Seni sevmemek mümkün değil.' Sonra başladım halimi arzetmeye. Önce geçen receb ayında gördüğüm rüya geldi aklıma. Dedim, "Mübarek devletlim ben bir rüya gördüm. Anlatayım mı?" "Buyur." Rüyamı olduğu gibi anlattım. Cenâb-ı Gavs-ı Kasrevi tabir etti, "O deniz Allah'ın rahmetidir" dedi. "Allah Teâlâ seni rahmetine celbetmiş. O sandalı Resûl-i Kibriya gönderdi. Sandalın içindeki, senin iki aydır iki buçuk aydır medet yâ Gavs-ı Geylânî diye himmet istediğin Abdülkadir-i Geylânî hazretleri idi. Abdülkadir-i Geylânî hazretleri senin münâ câtını duymuş, Allah Resûlü de sana sandalı göndermiş, sonunda Gavs-ı Geylânî'ye kavuştun." Hiç unutmuyorum. Cenâb-ı Gavs-ı Âzam Seyyid Abdülhakim el-Hüseynî hazretleri saadetli başını şöyle çevirerek dedi ki: "Abdülkadir-i Geylânî hazretleri dünyaya nazar etmiş, Şah-ı Hazne'den daha büyük veli görmemiş, seni ona göndermiş. Ben tabii yolun inceliklerini, âdab-ı âliyeyi bilmiyorum. Gavs hazretleri, Şah-ı Hazne deyince bir anda aradığım mürşidi tam buldum sanırken yıkıldım, "Ya bir de Şah-ı Hazne mi çıktı şimdi?" dedim. Ondan ayrılacağımdan ne kadar korktuysam böyle bir şey söyleyiverdim o an için. Tabii sonradan öğrendim ki mübarek kendisinden bahsedecek olduğu vakit mürşidinden bahsedermiş. Mürşidinde yok olmuş yani, kendini mürşidinde kaybetmiş. İşte ben şahımı da şeyhimi de o en güzel kaybedende yüce Allah'ın lutfuyla bulmuş oldum.O gün sarıldım devletli Gavs hazretlerinin eline ve tövbe tarikat aldım.
Tövbe aldıktan bir süre sonra gönlümü kontrol etmek amacıyla sordum: "Ey Mehmet sen çok büyük bir zatın elinden tuttun. Tuttun fakat neden tuttun? Neden tövbe aldın?" Sonra gönlümden geri kendimi cevapladım. "Çünkü dedim. Tövbe almanın asli sebebi yüce Allah'a müteveccih olmaya ulaşarak emr-i ilâhiyeye ram olmaktır.' Gavs hazretlerine intisap ettikten sonra, bugün seksen dört yaşındayım, kırk yıllık hayatımda tövbeden daha sevimli bir nimet görmedim. Onun öncesinde hiçbir güzellik arama zaten. Tövbeden daha sevimli hiçbir şeye şahit olamadım, çünkü insan Rabb'ine karşı pişman, mahcup, hiçbir şeyi kalmamış aciz bir dilenci gibidir tövbede. Bu ne güzel hal... Bu Muhammedî bir hal... Tövbe bu yüzden tasavvufun ilk şartıdır. Böyle bakınca da tasavvuf, kalbini dünyaya bulaştırmış insanın hak divanına geri dönüşüdür diyebiliriz. Geri dönelim kardeşim, Allah'tan başka dönecek hiçbir makam mevki ve yer yoktur kâinatta.
Tabii tasavvuf tek başına değildir. Nasıl benim elim var, gözüm var, ayağım var, tasavvuf da zikirle, muhabbetle, teslimiyetle, rabıtayla, hatme ile yüce Allah'a giden kapıları genişletir. Nefsin arzuları zıddına döner. Mesela dünya malına haris iken ibadete düşkün olur. Kindar iken merhametli olur. Cimri iken cömert olur. Şu halde tasavvuf ahlâk-ı insaniyyeyi tebdil eder. Örneğin şu giydiğimiz kumaş yün boyandı, dokundu, elbise oldu. İnsan da tasavvufi hayatın itikab yolları ile nefsini terbiye ede ede, yüce Allah'ın lutfu keremi daim olmak şartıyla vechini Allah'a döner. Kişi neye alışırsa onun tiryakisi olur. Sigaraya, çaya, kahveye tiryaki olduğu gibi tasavvufta insanı Allah ve Resûlü'nün yoluna, ibadet ve taat yollarına âşık eder, tiryaki eder adamı. Nasıl bir insan, Allah korusun, içkiye başlar bir süre sonra ondan bedenen zevk alır. Sebebi ona alışmasıdır aslında değil mi? Nefis tiryakiliğe müsait bir yapıdır demek ki. Letâifler de öyledir ama. İnsan tasavvuf yoluna girerse letâifler Allah zikrinin tiryakisi olur. Ondan zevk almaya başlar. Tasavvuf letâifleri vazife-i ilâhiyyeye döndürmek demektir. Kalp ne istiyordu? Huzur. Nefis nereye götürdü? Huzur-ı dünyaya. Tasavvuf ne yapar? Huzur-ı ilâhîyi buldurur. Ruh, muhabbet ister. Nefis muhabbet-i dünya ister. Tasavvuf muhabbet-i ilâhiyyeye götürür. Ben otuz iki otuz üç yaşına kadar haftada bir cuma namazına giderek kendimi müslüman olarak görürdüm. Çünkü zevk aldığım, tat aldığım farklı şeyler vardı. Gafildim, bilmeyen dilediği gibi yaşar. Ama Gavs hazretlerinin elini tuttuktan sonra önceki hayatım bana gayet acı, gayet tiksindirici geldi. Gönül Al lah aşkı istedi çünkü. Bu aşkı murat edenlerin kazanması Allah'ın izniyle dünya aşklarını kazanmaktan daha kolay ve kula hiç şüphesiz daha yakışan bir durumdur. Bu aşkta sadece cihad, sabır, tevekkül ve istiğfar lazımdır. Cihaddan kastım, nefsinle mücadele etmek. Öbür türlü cihad da Allah yolunda hizmet etmeye tekabül eder.
Sûfi olduktan sonra gördüm ki sûfînin hayatı istikamete bir defa girdi mi Allah'ın izni keremiyle o kişi Hakk'ın rızasına bu dünyada ermeden gitmiyor. Bunu çok defa vefat eden kardeşlerimizde gördük. İşte muradımız tam olarak bu olmalı. Yüce Allah'ın rızasını gece gündüz ekmek ve sudan daha istekli ve daha mecbur bir şekilde arzu etmeliyiz. Bu arzu insana nasip olduktan sonra Allah Teâlâ zaten vermek istiyor demektir. Tasavvuf insanı bu arzunun peşine deli divane gibi düşürtüyormuş, Gavs hazretlerinin kapısında bunu tecrübe ettik elhamdulillah.
Önceden bir cuma namazına giderken Rabb'in kim, sorusuna utanmadan, "Allah" diyen Mehmet'e sormak istiyorum ben şimdi, sen ihsan kelimesinin manasından hiç mi haberdar olmadın? Olmamış demek ki. Gavs hazretlerini görünce ben ihsanın ne demek olduğunu anladım kardeşler. İhsan, yüce Allah'ı görür gibi amellerini Hakk'a çevirmek demekmiş. Şimdi bunu sözlükte de bulabilirsiniz. Bir de bu ihsanı zirvesine dek görebileceğiniz etten kemikten bir insan düşünün. İşte mürşid-i kâmil odur. Sana bir bakışıyla ihsanı anlatsın. Sen Allah'ı göremiyorsun, fakat Allah Azîmüşşan bütün mahlûkatın ne halde olduğunu görüyor. Şu halde tasavvuf ihsan üstünde yaşamayı netice eder. İhsan üstünde yaşamak murakabe makamının sonucudur. Murakabe makamı; devamlı Allah beni görüyor, Allah beni görüyor, çarşıda, pazarda, camide, evde Allah beni görüyor düşüncesi azamet-i ilâhiyyede nefyü isbat zikrine gelenin, murakabe makamında olanın işidir. Bunları işte hep o sadât-ı kirâmın nazarıyla öğrenmeye vâsıl olduk. Şu halde tasavvuf, ihsan makamını kazanmak için murakabe halini muhafaza etmek demek de oluyor öyle değil mi? Hadi bunu soralım birbirimize.
Cânu gönülden samimiyetle sorulan sorulara Allah Teâlâ sevdiği kulları vesile ederek cevap verir çünkü. Ben bir sürü soruyla gidiyordum Kasrik dergâhına mesela. Gavs hazretleri daha ben sormadan cümlesine cevap veriyordu. Bir defasında Kasrik'e yeni inmiştim daha. Bir baktım ki Gavs hazretleri hane-i saadetinden camiye doğru gidiyor. Hemen koştum, avluda yanına vardım. Halimi hatırımı sorduktan sonra bana dedi ki: "Mehmet, bu tarik-i âlî üç adımdır. Muhabbet, ihlâs ve teslimiyet... Muhabbet kendindeki bütün sevgiyi Allah'a tahsis etmendir. İhlâs; ne yaparsan yap, her işinde rızayı ilâhiyeyi gözeterek amel etmendir. Muhabbet ve ihlâs makamları Allah'ın kullarına lutfudur. Bu makamları Allah verir. Ama bu makamların en önemlisi teslimiyet makamıdır. Mürid mürşidine teslim olur. Bilir ki mürşidin gayesi Allah'ın rızası dışında değildir. Mürşide teslimiyet fenâ fi'r-resûl makamına götürür. Yani kişi Resûlullah'a teslim olur, Resûlullah'a âşık olur. Birinci kısım şeyhte yok olmak, yani fenâ fi'ş-şeyhtir. İkincisi ise fenâ fi'r-resûl; nihayet üçüncü aşama da fenâ fillâhtır. En büyük gaye odur. Üçüncü aşamada yüce Allah kullarına ne emrettiyse kul o emir üzerinedir."
Muhabbeti, ihlâsı ve teslimiyeti Gavs hazretleri böyle söyleyene değin ben tam manasıyla idrak edememiştim kardeşler. Okumuştum pek tabii, hatta ne demektir, diye sorsalar çok da artistik bir şekilde cevap olarak sunabilirdim, fakat Gavs hazretleri söylerken aynı zamanda kalbe de onu yerleştirirdi. Duası ve nazarı öyle büyüktü ki o söyledikten sonra ne kalbimde ne de kafamda hiçbir karışıklık kalmazdı, bundan emin olun. Tabii bunun için teslim olmak şartı var. Sonuçta bir insan denizde boğulurken yardıma gelen kişiye nasıl teslim olmalı değil mi? Sen adam sana çırpınma dedikçe çırpınıp durursan, elimden tut dediği yerde kafasına gözüne yapışırsan seni kurtarmak ne mümkün? Yüce Allah'a giden yol bu denizden daha meşakkatlidir çünkü nefsin her an seni o can telaşına sokmakta. Öyle mi değil mi? Nefsin bir türlü Allah'a gitmek istemiyor çünkü. O dünya hayatında boğulmak istiyor. Ama senin varman gereken bir sahil var. Orada yüce Allah'ın rızası, Resûl-i Kibriya'nın hoşnutluğu var. Hangisini tercih edelim canım kardeşim? Teslimiyet bu açıdan bakınca önemini daha bir iyi gösterdi kanaatimce.
Tabii teslimiyet bu kadar önemliyken ona ulaşmak basit olabilir mi? Eğer âriflerden, sadıklardan değilsen, öyle bir anne babadan doğup Allah Azîmüşşan sana âriflik ve sadıklık bahşetmediyse teslimiyeti baba ocağında öğrenemiyorsun. Okulda ya da askerde de öğrenemezsin. İşe girersin öğretemez kimse. Bu tamamen imanı ilgilendiren, kalbi alakadar eden bir mevhumdur. Bir mürşide intisap ettiğinde de öğrenemezsin, mürşid-i kâmil terbiyesiyle öğretir bunu sana. Bazan bu bir keramet yoluyla bazan bir nazar veya sohbet ile olur. Ama Allah'ın izniyle sen de cânu gönülden dilersen olur. Kerametlere bel bağlamayız ancak kerameti inkâr da edemeyiz. Evliyanın kerameti haktır. Mürşidin kerameti mürşidin kemalatının şahididir. Mürşidin nazarı letâiflerinin çalışmasıyla, yüce Allah'a olan muhabbet ve aşkı ihlâsla kazanılan bir nimet-i rabbâniyyedir. Mürşid nazarı yağlı boya gibidir. Altındakini gizler. Elbise gibidir. Vücudun çirkin kısımlarını örter. Nazar ise kemalat meyvesidir. Peki, insan bu nazara nasıl daha fazla mazhar olur, bunun bir yolu var mıdır? Bunun yolu Allah [celle celâluhû] yolunda hizmettir canım kardeşim. Hizmet, nazara götüren bir kuvvet mesabesindedir. Hak Teâlâ yolunda hizmeti hangi müslümana sorsan metheder tabii; fakat herkes methettiği gibi hizmet edemez, bunun hikmeti ne olabilir? Hizmet etmek için kalbe muhabbet lazımdır. İnsan, karşılığında ne bir kuruş para ne de başka bir dünyevî ücret almadan neden iş yapsın? Eğer kalbi uhrevî bir ücret alırsa yapabilir. O uhrevî ücretin adı da muhabbettir. Gavs hazretleri kapısına her gelen ziyaretçiyi muhabbete doyurup gönderirdi.
Bir mürşidin Allah [celle celâluhû] katında makbuliyetinin ve insanlar arasında ulviyet ve kudsiyetinin alameti, ahlâkının kâmil olması, şahsiyetinin Allah Resûlü'nün şeriatına sımsıkı sarılması olduğunu bilmemiz lazım gelir. Zaten tasavvuf denince, şeriat-ı Muhammediyye'ye sımsıkı sarılmadıkça Allah Resûlü'nün getirdiği din-i İslâm'ı yaşamadıkça ve Allah Resûlü'nün sünnetine sımsıkı sarılmadıkça bir mürşidin hidayete vasıta olması mümkün değildir. Evliyanın kemalatı, tarikat-ı aliyyedeki şöhreti, şeriata merbutiyet, sünnet-i seniyyeye ittiba etmesi, hiçbir maddi manevi menfaat, gözetmeksizin din-i İslâm'ı yaşamasıyla,hayatıyla sabit olur. Gavs hazretleri bize tüm bu söylediklerimi bizzat yaşantısıyla öğretti, duası ve himmetiyle yaşantımıza tatbik etmemize büyük vesile oldu.
İnsan kemal noktasına erişemedikçe onu vesveseler ve evhamlar bırakmıyor canım kardeşim. Çünkü şeytanın başka silahı yok, son nefese kadar onu kullanacak. Ama gönlünü verdiğin bir mürşid var ise gönlüne bir sual mi düştü, onu sorarsın. O daha cevabını vermeden senin için duasıyla Allah'tan şifa diler zaten, bunu böyle bilesin. Mesela sûfiler Gavsımız'a her fırsatta soru sorarlardı. Hatırlayın sahâbe-i kirâmı, Fahr-i Kâinat Efendimiz'i mescidde bulsalar mescitte, göremediler mi evine giderek sualleriyle meşgul ederlerdi. Ama sormaları da lazım. Peygamber Efendimiz onlarla nasıl alakadar olurdu değil mi? Gavs hazretleri de Resûlullah Efendimiz'in bu davranışına sımsıkı uyardı işte.
Bu kapının gerçek manada ne denli büyük olduğunu kimse bir anda anlayamaz. Sâdât-ı kirâmı göre göre, sohbetinde buluna buluna idrake yaklaşabilir. Sahâbe-i kirâm Peygamber Efendimiz'i sûretiyle gördü, şahit oldular. Fakat sahabe içinde de Resûlullah'ın büyüklüğünü hakiki ma- nada kaçı idrak edebildi? Canını onu canına ekleyen Siddîk-ı Ekber bu idrakin zirvesinde işte mesela.
Mürşid-i kâmil sanma ki sözde sana mürşid oluyor. Her anlamda bir manevi baba gibi âdeta, sen onun elini tutmuşsun ya o da senin elini tutmuş. Senin gönlüne acı gelen şey ona acı gelmez mi? Kendi evladından, ailesinden ayırt etmiyor, edemez. O gönlü Allah lutfuyla dolmuş olan zat ki seni, beni, kapısına kim giderse gitsin o gideni Peygamber Efendimiz'in bir emaneti olarak görüyor. Şimdi o zatı canından çok sevmeye meylet ki Cenâb-ı Hak senin canına nice nimetler bahşetsin canım kardeşim.
Dergâh hizmetinde daha çok zamanım geçmeye başlayınca gördüm ki bir mürşidin bir müridi sevmesinin en baş yolu Allah için hizmetmiş meğer. Çünkü insan bu hizmet vesilesiyle nefsin çirkinliklerinden arınmaya başlıyor kurban. Tıpkı bir pirincin taşının ayıklandığı, bir mercimeğin taşının ayıklandığı gibi. Şu halde mürid mürşidin emirlerine ram ola ram ola çirkinliklerinden arınır diyebiliriz. Allah'ı sever hale gelir. Ne hareket yaparsa " ilâhî ente mak- sûdî ve rizâke matlûbî" kavlini gözetir.
Hizmet dediğimiz olay herkes için farklı farklıdır tabii. Yüce Allah yolunda herkesin hizmeti başka oluyor. Herkes aynı meşrepte, aynı karakterde, herkesin nefsinin hastalığı aynı mı ki herkesin yaptığı hizmet aynı olsun. Mürşid bu hususta sûfisinin kalbi sorunlarına Allah'ın izniyle vâkif olduğu için ona devasına vesile olacak hizmetler emreder. Hizmetin müthiş bir terbiye metodu olmasının başlıca sebebi karşılığında maddi bir getirisi yoktur sana. Maddi getiri aradan kalkınca sen niyetinle geldin mi yüz yüze? Bu işi Allah için yapıyorsan yap hadi...
Gavs-ı Kasrevî hazretlerine, yüce Allah'ın lutfu keremiyle 16 Ocak 1959'dan 1 Haziran 1972'ye kadar on üç sene kadar müridlik etme şerefine nail olarak saadetli tekkesinde seyrü sülük etmek nasip oldu. İnsan anlatırken, eğer kalbinde yer etmişse anlattıkları yeniden o anıların yaşandığı günlere dönüp sanki tekrar bir daha şahit oluyor. Şimdi ben de tam o durumdayım.
Gavs-ı Kasrevî Seyyid Abdülhakim el-Hüseynî hazretleri; Kasrik Tekkesi'nde Allah Azîmüşşan'ın ümmet-i Mu- hammed'e lutfettiği bir rahmet dairesi, Resûl-i Ekrem'in [sallallahu aleyhi vesellem] bahçesinde pek nadide bir gül idi. Ben otuz iki otuz üç yıl Cenâb-ı Hak'tan gafil kalmışlıktan sonra nice arayışlarımın karşılığından ziyadesiyle fazlasını Gavs hazretlerinin kapısında buldum...
Görüyorsunuz ya tarih bir seyir... İnsan kaderin muhtelif cilveleriyle karşılaşır bu hayatta. Seksen dört yılını geride bırakmış biri pek çok iyi ve kötü gün bırakmış demektir arkasında. Ama dediğim gibi hepsi geride kaldı. Önümde ise hâlâ sadece Gavs hazretleri ile tanıştığım gün var. Benim istikbalim o tanışma oldu. Denizlerin damlası, çöllerin kumu kadar Allah'a hamdetsem bu tarikat-ı Nakşibendiyye'nin bana verdiği rahmetin bir miskalini ödemem mümkün olmaz. Yine de Allah [celle celâluhû] verdiği nimetler karşısında şükreden kullarının şükrünü artıracağını müjdelediği için Rahîm olan Rabbim'in lutfu inayetine sığınarak sonsuz hamdü senâlar olsun diyorum. Allah'ın rızası sevdiği kullarla birlikte olmaktadır. Bu dünya bitse de Allah'ın rızası ve hoşnutluğuna muhtaç olduğumuz için Rabbimiz bizi ahirette de Gavs-ı Kasrevi hazretleriyle buluştursun ve inşallah bu dünyada olduğu gibi orada da onun elini tutarak Resûlullah Efendimiz'in [sallallahu aleyhi vesellem] huzuruna varalım. Bütün muradımız bu. Bu murat için duanızı temenni ederim.
Esselâmü aleyküm ve rahmetullah...