Mürşid-i Kâmiller
"Eskiden çok âlimler vardı. Onlar gerçekten âlimdi. Mürşid-i kâmiller de çoktu. Her bölgede samimiyetle çalışan, niyetlerinde sadece Allah'ın rızasını gözeten çok sayıda veli kullar vardı. Onların derdi dünyevi maksatlar da değildi. Dünya peşinde koşmayan insanlar çoktu. Şeyhler kâmildi, mükemmeldi. Onların yanına giren insanlar da Allah'a hemen kavuşabilirlerdi. Meselâ Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s) çok sohbet ederdi. Sohbetine giren insanlar Allah aşkını ve sevgisini yüreklerinde hissederlerdi. Cezbeden coşarlardı. Bir cuma akşamı Hazret'in sohbetinde bulundum. O zamanlar okumaktan başka derdim yoktu. Ama Hazret'in sohbetine girince her şeyi bir tarafa bırakıyordum. O, Allah'tan bahsedince insanın içine öyle bir Allah sevgisi girerdi ki, artık gözler başka bir şey aramazdı. Artık şimdi onun gibi zatlar kalmadı, eksildi. Mürşid-i kâmiller çok azaldı şimdi. Bazan insanın bu zamanda dünyaya gelmeseydik diyesi geliyor! Ama ne fayda!... Bir kere gelmişiz dünyaya. Bu durumda yapılacak tek çare var, o da yüzümüzü Allah Teâlâ'ya döndürmektir. Peygamber Efendimiz'in (s.a.v) sünnetine uymaktır. Gerek dünyaya gerekse âhirete yönelik bütün maksadımızı ve niyetlerimizi sadece Allah için yapmaktır. Bundan başka kurtuluş çaremiz yoktur.
Onun için insanın çevresi ve arkadaşı çok önemlidir. İyilerle oturup kalkan, iyilerle arkadaşlık eden kimse, iyi olmasa bile iyilerin arasında olduğundan hayırlı sayılır. Ama kötülerle birlikte olan kötülerle dolaşırsa zamanla bozulur, kötülükleri çoğalır.
'Hayatta hırsızlık yapmayan ve aklının ucundan bile geçirmeyen tüccar, birkaç gün hırsız bir tüccarla iş yapsa, o da günün birinde hırsızlık yapabilir.' İşte artık zamanımız sona yaklaşıyor. Devir zahmet devridir. Onun için imanı kurtarmak için çok çalışmak lâzımdır. Bugün insanlar, Allah'tan yüz çevirmiş, pek çoğu namazına, orucuna dikkat etmiyor, haram yediğine bakmıyor, dedikodu yapıyor, Allah'ın emirlerine itaatsizlik yaygınlaşıyor, neredeyse İslâmî yaşantı yok olacak. İsim olarak Müslüman çok, ama yaşantı azalmış! İmanı kâmil olan insan Allah'ın emrine nasıl itaatsizlik edebilir? İslâmlık sadece isimle olmaz. Allah Teâlâ insanın niyetine bakar. İnsanın yaptığı ibadetlerine sevap verir. İnsanın itikadına önem verir. Eğer bunlar yoksa ismin ne önemi olabilir? 'Ben Allah'ı seviyorum' diyen kimse onun gösterdiği yolda gitmiyorsa yalancıdır. Allah'ı seven O'nun yolunda yürür. Allah'ı gerçekten seviyorum diyen insan, Peygamber Efendimiz'in (s.a.v) sünnetine uygun hareket eder.
Gavs hazretleri bir gün şöyle sohbet etti: "Bir tavuğun on-on beş tane civcivi vardır. Akşam olduğu zaman bütün civcivlerini kanatlarının altına almadan uyumaz. Hepsini kanatlarının altına alır. Başını da onların üzerine koyar, öylece gözlerini kapatır. Gözleri kapalıdır, ama esasen uyanıktır. Bir insan onun kanatlarının altından bir civcivini çalabilir mi? Çalamaz, ona izin vermez. Sâdât-ı Nakşibendi'ye de bütün müridlerini kanatlarının altına almıştır, hiç kimse çalamaz. Nefis de çalamaz, şeytan da çalamaz."
Bir sohbetinde buyurdular: "Bu yola canıyla malıyla kendini veren kişi sanmayın ki bu işi yalnız başına yapıyor. Bizzat Cenâb-ı Hakk'ın kudret eli onun üzerindedir! Allah [celle celalûhû] bizzat o kişiye yardım ediyor. Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi vesellem] başta olmak üzere 124.000 peygamber o kişiye manevi yardım yapıyor. Ne kadar evliyayı kirâm varsa manen o kişinin yardımındadır, o kişiye duacıdır. Çünkü o kişi malını ve canını ortaya koyup insanları Allah'ın yoluna davet ediyor, irşad ediyor. Allah Teâlâ o kimseye çok fazla yardım eder.
Tövbe ettikten sonra bize sohbet etti, "Bizim bu doğu taraflarındaki bazı meşâyihin müridleri, şeyhlerini bırakıp Şah-ı Hazne'ye [kuddise sırruhû] intisap ediyorlardı" dedi. "Müridleri elinden giden o meşâyihler bu yüzden Şah-ı Hazne'ye kızıyorlardı. Niye kızıyorlardı? Dünya menfaatleri azaldığı için kızıyorlardı. Yoksa eğer hakikaten dava birse Şah-ı Hazne'ye dua etmeleri lazımdı. Çünkü ümmete sahiplik yapıyor. Allah [celle celâluhû] bizi muhafaza etsin. Gaye Hz. Muhammed'in ümmetinin menfaati olmalı. Nefis işin içine girmemeli.Her kim ki Şah-ı Hazne'nin [kuddise sırruhû] kapısına gelir de fayda görmezse kıyamet günü ondan davacıyım. Demek ki şeyhi Şah-ı Hazne değildi, başka bir şeyhe gitsin. Eğer fayda görürse devam ederse eder. Fakat fayda görmediyse demek ki şeyhi Şah-ı Hazne değildir, o kendine başka bir şeyh arasın."
Musa aleyhis- selâm Kelimullah'tı. Allah ile konuştu. Zâhirî ilmi tamdı ama Allah'tan bâtınî ilim de istedi. Allah Teâlâ onu bâtın ilim öğrenmesi için Hızır aleyhisselâmın yanına gönderdi. Hızır aleyhisselâm, Musa aleyhisselâmdan işine karışmamasını istedi, eğer üç sefer işine karışırsa ayrılacaklarını söyledi. Musa aleyhisselâm dayanamadı onun işine karıştı. Üç sefer işine karışınca ayrıldılar, bu yüzden Hz. Musa, Hz. Hızır'dan bâtın ilmini öğrenemedi.Bâtin ilim bilmeyen mürşid, Peygamber ümmetinin hırsızıdır. Kimsenin ümmet-i Muhammed'in imanıyla oynamaya hakkı yoktur."
Onun için insanın çevresi ve arkadaşı çok önemlidir. İyilerle oturup kalkan, iyilerle arkadaşlık eden kimse, iyi olmasa bile iyilerin arasında olduğundan hayırlı sayılır. Ama kötülerle birlikte olan kötülerle dolaşırsa zamanla bozulur, kötülükleri çoğalır.
'Hayatta hırsızlık yapmayan ve aklının ucundan bile geçirmeyen tüccar, birkaç gün hırsız bir tüccarla iş yapsa, o da günün birinde hırsızlık yapabilir.' İşte artık zamanımız sona yaklaşıyor. Devir zahmet devridir. Onun için imanı kurtarmak için çok çalışmak lâzımdır. Bugün insanlar, Allah'tan yüz çevirmiş, pek çoğu namazına, orucuna dikkat etmiyor, haram yediğine bakmıyor, dedikodu yapıyor, Allah'ın emirlerine itaatsizlik yaygınlaşıyor, neredeyse İslâmî yaşantı yok olacak. İsim olarak Müslüman çok, ama yaşantı azalmış! İmanı kâmil olan insan Allah'ın emrine nasıl itaatsizlik edebilir? İslâmlık sadece isimle olmaz. Allah Teâlâ insanın niyetine bakar. İnsanın yaptığı ibadetlerine sevap verir. İnsanın itikadına önem verir. Eğer bunlar yoksa ismin ne önemi olabilir? 'Ben Allah'ı seviyorum' diyen kimse onun gösterdiği yolda gitmiyorsa yalancıdır. Allah'ı seven O'nun yolunda yürür. Allah'ı gerçekten seviyorum diyen insan, Peygamber Efendimiz'in (s.a.v) sünnetine uygun hareket eder.
Gavs hazretleri bir gün şöyle sohbet etti: "Bir tavuğun on-on beş tane civcivi vardır. Akşam olduğu zaman bütün civcivlerini kanatlarının altına almadan uyumaz. Hepsini kanatlarının altına alır. Başını da onların üzerine koyar, öylece gözlerini kapatır. Gözleri kapalıdır, ama esasen uyanıktır. Bir insan onun kanatlarının altından bir civcivini çalabilir mi? Çalamaz, ona izin vermez. Sâdât-ı Nakşibendi'ye de bütün müridlerini kanatlarının altına almıştır, hiç kimse çalamaz. Nefis de çalamaz, şeytan da çalamaz."
Bir sohbetinde buyurdular: "Bu yola canıyla malıyla kendini veren kişi sanmayın ki bu işi yalnız başına yapıyor. Bizzat Cenâb-ı Hakk'ın kudret eli onun üzerindedir! Allah [celle celalûhû] bizzat o kişiye yardım ediyor. Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi vesellem] başta olmak üzere 124.000 peygamber o kişiye manevi yardım yapıyor. Ne kadar evliyayı kirâm varsa manen o kişinin yardımındadır, o kişiye duacıdır. Çünkü o kişi malını ve canını ortaya koyup insanları Allah'ın yoluna davet ediyor, irşad ediyor. Allah Teâlâ o kimseye çok fazla yardım eder.
Tövbe ettikten sonra bize sohbet etti, "Bizim bu doğu taraflarındaki bazı meşâyihin müridleri, şeyhlerini bırakıp Şah-ı Hazne'ye [kuddise sırruhû] intisap ediyorlardı" dedi. "Müridleri elinden giden o meşâyihler bu yüzden Şah-ı Hazne'ye kızıyorlardı. Niye kızıyorlardı? Dünya menfaatleri azaldığı için kızıyorlardı. Yoksa eğer hakikaten dava birse Şah-ı Hazne'ye dua etmeleri lazımdı. Çünkü ümmete sahiplik yapıyor. Allah [celle celâluhû] bizi muhafaza etsin. Gaye Hz. Muhammed'in ümmetinin menfaati olmalı. Nefis işin içine girmemeli.Her kim ki Şah-ı Hazne'nin [kuddise sırruhû] kapısına gelir de fayda görmezse kıyamet günü ondan davacıyım. Demek ki şeyhi Şah-ı Hazne değildi, başka bir şeyhe gitsin. Eğer fayda görürse devam ederse eder. Fakat fayda görmediyse demek ki şeyhi Şah-ı Hazne değildir, o kendine başka bir şeyh arasın."
Musa aleyhis- selâm Kelimullah'tı. Allah ile konuştu. Zâhirî ilmi tamdı ama Allah'tan bâtınî ilim de istedi. Allah Teâlâ onu bâtın ilim öğrenmesi için Hızır aleyhisselâmın yanına gönderdi. Hızır aleyhisselâm, Musa aleyhisselâmdan işine karışmamasını istedi, eğer üç sefer işine karışırsa ayrılacaklarını söyledi. Musa aleyhisselâm dayanamadı onun işine karıştı. Üç sefer işine karışınca ayrıldılar, bu yüzden Hz. Musa, Hz. Hızır'dan bâtın ilmini öğrenemedi.Bâtin ilim bilmeyen mürşid, Peygamber ümmetinin hırsızıdır. Kimsenin ümmet-i Muhammed'in imanıyla oynamaya hakkı yoktur."
Mektup
"Allah'ın adıyla başlarım. Salat ü selam, Efendimiz Muhammed Mustafa'nın , al ve ashabının üzerine olsun!
Bu mektup, günahlarının esiri ve çok ayıbı olandan (Şahı Hazne k.s.), Allah yolundaki kardeşi ve dostu, zeki, anlayışlı olan Abdülhakim 'edir. Allah, onu ahiret işlerine yönelen ve katında hoş görülmeyen şeylerden uzaklaşan kimse eylesin! Amin.
Sonra şu arz edilir ki, Şeyhü'!-İslam, mürşidimiz Şeyh Fethullah'ın sana kitaplarını verdiğini görmüş olduğun rüyan, onun nisbetinden hatta zahir ilminden çok büyük bir hisse sahibi olacağını gösterir. Öyle ise, Yüce Allah'a şükredip tam çalışmak; amel edip, nefsini görmemek için, çok gayret etmen lazımdır. Hazret, bu tarikatın reisi, "Şah-ı Nakşibend" lakabıyla bilinen zattan naklen buyurdular ki: 'Bu tarikattan olduğunu iddia eden bir kimsenin nefsini Frenk kafirlerinden daha kötü bilmesi gerekir. ' Bundan anlaşılıyor ki müridin kendi kusurunu görmesi lazımdır. Nitekim Alauddin Atar: 'Salike devamlı fiillerinin kusurunu görmekten başka ümit yoktur. Her anda, kusur kapısından girip manevi ilerlemeye kabiliyeti olmadığını, manevi rütbeden uzak olduğunu ve onu terk ettiğini düşünmesiyle birlikte, Allah'ın lütuf ve keremini mülahaza ederek yalnız lütuf ve inayetine sığınması, layıktır. " diye buyurdu.
Sizinle Taruni köyü ahalisinin arasında cereyan eden hadiseye gelince, geçmiş kimselerin, çağdaşlarıyla olan durumları da böyle idi. Allah, nezdinde, halis kullarının manevi rütbelerini ve sevaplarını büyütmek için, onları halkın eziyet ve inkarıyla belalandırır. Öyle ise, bu gibi şeylerden hatırına bir şey gelmesin. Hatta adetleri ve tuttukları yoldan ayrılma! Dedikodudan üzülme; vazifen sohbet etmek... Teveccüh edip yüce Allah'tan (CC), tarikatın üstadından ve yüce tarikatın ulu zatlarından bahsetmeye devam et! Ne dil, ne de kalbinle ol, halka iltifat etme; kusuru kendi nefsine isnat et, onlara değil ... Bazı yüce zatlara "Bu gece hırsızlar komşunun evini açıp eşyasını çaldılar. " denildiğinde, "Bu iş, Allah'a karşı olan kötü davranışımdan oldu. Zira ben bu olaydan önce, şeriat adabından birisini terk ettim. " diye buyururlar. Bazıları da "Şayet Allah kıyamet günü başkalarına şefaat için bana izin verse, evvela dünyada bana zulüm edip eziyet edene şefaat ederdim. " derler.
Sonra, sana ve ev halkınıza selam ve dua eder, sıhhat ve selameten hallerinizi sorarız. Allah, selametinizi devam ettirip hastalık vermesin! Bilhassa, Bilvanis köy ahalisine selam edip onlardan ricamız, Taruni köyü halkıyla aralarında fitne çıkarmamalarıdır. Çünkü Peygamber, "Fitne uykudadır, Allah'ın laneti onu uyandıranın üzerine olsun. " buyurdu. Şayet başka bir köye naklin, tarikat nisbeti ile geçiminiz için daha yararlı ise, bir mahzuru yoktur.
Allah, Nebi ve Resullerin hepsine, özellikle sonuncu ve en faziletlileri olan Hz. Muhammed s.a.v 'in üzerine salat eylesin."
Bu mektup, günahlarının esiri ve çok ayıbı olandan (Şahı Hazne k.s.), Allah yolundaki kardeşi ve dostu, zeki, anlayışlı olan Abdülhakim 'edir. Allah, onu ahiret işlerine yönelen ve katında hoş görülmeyen şeylerden uzaklaşan kimse eylesin! Amin.
Sonra şu arz edilir ki, Şeyhü'!-İslam, mürşidimiz Şeyh Fethullah'ın sana kitaplarını verdiğini görmüş olduğun rüyan, onun nisbetinden hatta zahir ilminden çok büyük bir hisse sahibi olacağını gösterir. Öyle ise, Yüce Allah'a şükredip tam çalışmak; amel edip, nefsini görmemek için, çok gayret etmen lazımdır. Hazret, bu tarikatın reisi, "Şah-ı Nakşibend" lakabıyla bilinen zattan naklen buyurdular ki: 'Bu tarikattan olduğunu iddia eden bir kimsenin nefsini Frenk kafirlerinden daha kötü bilmesi gerekir. ' Bundan anlaşılıyor ki müridin kendi kusurunu görmesi lazımdır. Nitekim Alauddin Atar: 'Salike devamlı fiillerinin kusurunu görmekten başka ümit yoktur. Her anda, kusur kapısından girip manevi ilerlemeye kabiliyeti olmadığını, manevi rütbeden uzak olduğunu ve onu terk ettiğini düşünmesiyle birlikte, Allah'ın lütuf ve keremini mülahaza ederek yalnız lütuf ve inayetine sığınması, layıktır. " diye buyurdu.
Sizinle Taruni köyü ahalisinin arasında cereyan eden hadiseye gelince, geçmiş kimselerin, çağdaşlarıyla olan durumları da böyle idi. Allah, nezdinde, halis kullarının manevi rütbelerini ve sevaplarını büyütmek için, onları halkın eziyet ve inkarıyla belalandırır. Öyle ise, bu gibi şeylerden hatırına bir şey gelmesin. Hatta adetleri ve tuttukları yoldan ayrılma! Dedikodudan üzülme; vazifen sohbet etmek... Teveccüh edip yüce Allah'tan (CC), tarikatın üstadından ve yüce tarikatın ulu zatlarından bahsetmeye devam et! Ne dil, ne de kalbinle ol, halka iltifat etme; kusuru kendi nefsine isnat et, onlara değil ... Bazı yüce zatlara "Bu gece hırsızlar komşunun evini açıp eşyasını çaldılar. " denildiğinde, "Bu iş, Allah'a karşı olan kötü davranışımdan oldu. Zira ben bu olaydan önce, şeriat adabından birisini terk ettim. " diye buyururlar. Bazıları da "Şayet Allah kıyamet günü başkalarına şefaat için bana izin verse, evvela dünyada bana zulüm edip eziyet edene şefaat ederdim. " derler.
Sonra, sana ve ev halkınıza selam ve dua eder, sıhhat ve selameten hallerinizi sorarız. Allah, selametinizi devam ettirip hastalık vermesin! Bilhassa, Bilvanis köy ahalisine selam edip onlardan ricamız, Taruni köyü halkıyla aralarında fitne çıkarmamalarıdır. Çünkü Peygamber, "Fitne uykudadır, Allah'ın laneti onu uyandıranın üzerine olsun. " buyurdu. Şayet başka bir köye naklin, tarikat nisbeti ile geçiminiz için daha yararlı ise, bir mahzuru yoktur.
Allah, Nebi ve Resullerin hepsine, özellikle sonuncu ve en faziletlileri olan Hz. Muhammed s.a.v 'in üzerine salat eylesin."
Mektup
Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla,
Nimetleri adedince ve ziyadeleri mümasil ve müsaviince Allah'a hamd ederim. Salat ve selam Hazreti Resulullah'a, âl ve ashâbına olsun. Sonra bilinsin ki, mektup Sadât'ın kutmirinden gözlerinin nuru, kalbinin ortası, cesedinin ruhu olan övülmüş Şâh-ı Hazne 'nin torunu milletin ve dinin "izzet "inedir. O, sizinle teberrük oldu, mufahhar ve müşerref kılındı. Gözlerinin sizi görmesi, ayaklarınızın tozundan olan sürmeyi gözüne çekmesi sebebiyle şerefyab kılındı. Hâl ve hatırınızdan sual eder sıhhat ve selametlerinizin ebedi olmasını Cenab-ı Hakk'ın dilediğiniz ve hoşlandığınız kadar makamınızı yüceltmesini dilerim. Muhammed Mustafa'nın hatırı ve hürmeti için Hazreti Allah (c.c.) dilediğiniz ve razı olduğunuz kadar makamatınızı yüceltsin. Allah'tan (c.c.) niyazımız Şah-ı Hazne'nin evinin etrafının daima talebelerle çoğaltılması ve doldurulmasıdır ki bunu bu şekilde haber almaktayız, devamını da temenni ederiz. Bu talebelerinin çoğu da Nebi Aleyhisselam'ın neslindedir. En ekmel salât O'nun âlinin üzerine olsun. O'nun hürmetine Allah (c.c.) o talebeleri ilmen ve irfânen ziyadeleştirsin. Abdülgani'ye selam eder ayağının tozunu izzetle hürmetle öperiz. Allah (c.c) O'nun bekâsını daim eyleyip murâdına ve kasdına ulaştırsın, Habib 'inin ve Safiyy'inin hürmetine. anne ve babasının da ayaklarının toprağını Şâh'ımızın bütün âlinin büyük ve küçüklerinin ayak tozlarını keza öperiz. Afiyetlerinin devamını, her türlü bela ve fitnelerden korunmalarını Cenab-ı Hakk'tan (c.c.) niyaz ediyoruz. Üstadınızın arkadaşının hatırını sormak lütfunda bulunursanız ki bu sizin büyüklük ve şanınızdır. Hepimiz iyiyiz, selametteyiz, sadece benim bazı günler hafifleyen hastalığım diğer günlerde fazlalaşmakta ve şiddetlenmektedir. Zât-ı âlinizden ricamız, eğer bu istek haddimizi aşmak değilse, bizi Merkad- Şerif'in yanında dualarınızda hatırlamanızdır. Şüphesizdir ki o büyük Şâh, dağların yüklenemeyeceği büyüklükte ağır ve mesuliyetli bir vazifeyi bize yüklemiştir. Muhakkak ki Efendimiz'in neslinden bazen elli, bazen yüz, iki yüz hatta beş yüz kadar seyyid, bunlardan başka büyük bir çoğunlukla Türkiye'nin bütün ikliminden ziyarete gelmektedirler. Allah'a kasem ederim ki, bunca gelenler benim şahsım için gelmezler, bilakis Şâh'ın himmeti için gelmektedirler.
Peygamberlerin Hatemi'ne salât ve selam olsun.
Nimetleri adedince ve ziyadeleri mümasil ve müsaviince Allah'a hamd ederim. Salat ve selam Hazreti Resulullah'a, âl ve ashâbına olsun. Sonra bilinsin ki, mektup Sadât'ın kutmirinden gözlerinin nuru, kalbinin ortası, cesedinin ruhu olan övülmüş Şâh-ı Hazne 'nin torunu milletin ve dinin "izzet "inedir. O, sizinle teberrük oldu, mufahhar ve müşerref kılındı. Gözlerinin sizi görmesi, ayaklarınızın tozundan olan sürmeyi gözüne çekmesi sebebiyle şerefyab kılındı. Hâl ve hatırınızdan sual eder sıhhat ve selametlerinizin ebedi olmasını Cenab-ı Hakk'ın dilediğiniz ve hoşlandığınız kadar makamınızı yüceltmesini dilerim. Muhammed Mustafa'nın hatırı ve hürmeti için Hazreti Allah (c.c.) dilediğiniz ve razı olduğunuz kadar makamatınızı yüceltsin. Allah'tan (c.c.) niyazımız Şah-ı Hazne'nin evinin etrafının daima talebelerle çoğaltılması ve doldurulmasıdır ki bunu bu şekilde haber almaktayız, devamını da temenni ederiz. Bu talebelerinin çoğu da Nebi Aleyhisselam'ın neslindedir. En ekmel salât O'nun âlinin üzerine olsun. O'nun hürmetine Allah (c.c.) o talebeleri ilmen ve irfânen ziyadeleştirsin. Abdülgani'ye selam eder ayağının tozunu izzetle hürmetle öperiz. Allah (c.c) O'nun bekâsını daim eyleyip murâdına ve kasdına ulaştırsın, Habib 'inin ve Safiyy'inin hürmetine. anne ve babasının da ayaklarının toprağını Şâh'ımızın bütün âlinin büyük ve küçüklerinin ayak tozlarını keza öperiz. Afiyetlerinin devamını, her türlü bela ve fitnelerden korunmalarını Cenab-ı Hakk'tan (c.c.) niyaz ediyoruz. Üstadınızın arkadaşının hatırını sormak lütfunda bulunursanız ki bu sizin büyüklük ve şanınızdır. Hepimiz iyiyiz, selametteyiz, sadece benim bazı günler hafifleyen hastalığım diğer günlerde fazlalaşmakta ve şiddetlenmektedir. Zât-ı âlinizden ricamız, eğer bu istek haddimizi aşmak değilse, bizi Merkad- Şerif'in yanında dualarınızda hatırlamanızdır. Şüphesizdir ki o büyük Şâh, dağların yüklenemeyeceği büyüklükte ağır ve mesuliyetli bir vazifeyi bize yüklemiştir. Muhakkak ki Efendimiz'in neslinden bazen elli, bazen yüz, iki yüz hatta beş yüz kadar seyyid, bunlardan başka büyük bir çoğunlukla Türkiye'nin bütün ikliminden ziyarete gelmektedirler. Allah'a kasem ederim ki, bunca gelenler benim şahsım için gelmezler, bilakis Şâh'ın himmeti için gelmektedirler.
Peygamberlerin Hatemi'ne salât ve selam olsun.
Mektup
"Bismihi Tealâ,Hamd; Basir, Semî', Kadîr, Alîm olan Allah'a mahsustur.Salât ve selam, Beşîr ve Nezir olan Muhammed'e, O'nun yolunu takip eden âl veashabınadır.Bundan sonra Nakşbendî tarîkatına mensup Rabbi'nin abdi olan Abdülhakîm'den Şah Haznevî'nin bütün etbanıdadır. Allah (c.c.) hepinizi O'nun esrarı ile müşerref etsin.
Evvela, selâm ve tahiyyât, ahvâlinizden sual ile dareyn( Her iki dünya) saadeti için dua eder, duanızı dilerim.Sonra Allah'ın (c.c.) takvasını, açıkta ve gizlilikte, elden bırakmamanızı dilerim.Emirlere itaati, cemaatlere, hatmelere dikkatle ve gevşetmeden devamı tavsiye ederim.
Nefsin her türlü istediğinden ve arzusundan, bid'atlardan, menhiyyattan, gıybetten, kullara zulümden, hasetten ve bunlardan başka bütün kötü fiillerden ve rezil huylardan uzak bulunmanızı önemle tavsiye ederim.Devamlı olarak Allah'a (c.c.) iltica etmenizi, fânî dünyaya temessük ve muhabbetten yüz çevirip bâkî olan ahiretinize büyük bir rağbetle yönelmenizi tavsiye ederim.Nefse tesir edecek, nefsi islah edecek sebepleri tahsil ediniz. Neşir ve hesap günü olan ahiret için hazırlanınız. Gafleti bırakarak kesin bir istidat ve reht(cemaat) ile ve tam bir temessükle Sünnet-i Seniyye'ye yapışınız. Kötü fiilerden ve bid'atlardan kaçınınız.Yakînen ve katiyen biliniz ki, size en layık olan şey; Allah Sübhanehu ve Teala'nın rızasında cehdinizi ilerletmenizdir. Resulullah'ın rızası da, Sadât'ın rızası da buna tâbidir. Bu da ancak Şeriat-ı Ahmediyye'ye tâbi olmakla, kalben ve her haliyle rûhen ve ceseden Muhammed Mustafa'nın şeriatına uymak ve bağlanmakla mümkündür.Şüphesizdir ki Nakşbendî olan bu büyük tarîkat, diğer turûka nazaran üstündür. Şeriat-i Nebeviyye ölçüsüne göre kurulmuştur. Bu konuda Sadât-ı Kirâm; 'Şeriata muhalif olan tarikat zındıklıktır.' diye buyurmuşlardır. Ki hadd-i zatında tarîkatta alınan bütün feyiz ve himmetler şeriatın mutabaatındandır.
Dünyaya ve onun lezzetlerine aldanmayınız, zira dünyanın hiçbir şeyi size menfaat vermez. Dünya, Hâlık'ın mağdûbudur (Gazab edilmiş). Yaratırken kendisine rahmet nazarıyla bakmamıştır. Hazreti Peygamber Efendimiz, "Dünya ve mafiha (içindekiler) Allah'ın (c.c.) zikrinden ve o zikri muhafaza eden şeylerden başka hepsi lanetlenmiştir." buyururlar. Eğer Şâh el-Haznevî'nin emirlerine yapışmaz ve riayet etmezseniz, hem dünyada zararlı çıkacaksınız hem de ayakların kaydığı günde pişman olacaksınız. Ama bu pişmanlık size fayda vermeyecektir. Akıbetin ne olduğunu bilseydiniz devamlı ağlardınız. Bu konuda şu şiiri diyen şairin hayrı Allah'adır ki, makalesinde doğru söylemiştir:
Ömrü uzun olan kimse nefsi için ağlasın, dünyadan ne nasibi ve ne de sehmi (payı) vardır.
Sizler ey kardeşler! Şâh-ı Haznevî'ye ve bu fakire karşı muhabbetinizin varlığını iddia ediyorsunuz, muhabbetin alâmeti emirlere temessüktür. Size lazımdır ki emrine ve yoluna mülâzemet edesiniz (uygun olanı yapınız). Kim muhalefet ederse kendisine hiyanet etmiş olur, zararı kendisinedir. Talim edip (başkalarına söyleyip) de kendisi söyledikleri ile amel etmeyen kimse gibi olmayınız.
Yine o mühim Âdâb-ı Nakşbendî'den biri de; müridin kalbinin mürşidinin kalbine celbidir (bağlanmasıdır). Her nerede olursa olsun huzurunda, kendini görüyormuş gibi bilmektedir. Bir diğer mühim âdâp da; tarîkata ve müntesiplerine halel gelmemesi için bu Tarikat-ı Âlîye'yi münkir olanlardan uzak tutturmaktır. Münkirlerle münakaşa ve muğalata(Çekişme) kalbe zarar verir.
Bu dediklerime sımsıkı sarılınız, Uzlab nayihesinde Molla Derviş tarafımızdan vekil kılınmıştır. Şeriatın ahkâmına ve tarîkatın âdâbına mülâzemet ettiği müddetçe, ona mutabakatınızı tavsiye ederim. Allah (c.c.) rızasını muvafik kılsın. Allah'ın velilerinin yolundan sizi sebatkâr eylesin. Ayakların kaydığı gün gelmezden önce Allah (c.c.) basiretle ayıplarınızı sizlere gösterip düzelttirsin.
Salât ve selâm, her hususta, Muhammed Mustafa'nın âl ve ashâbının üzerine olsun.'
Evvela, selâm ve tahiyyât, ahvâlinizden sual ile dareyn( Her iki dünya) saadeti için dua eder, duanızı dilerim.Sonra Allah'ın (c.c.) takvasını, açıkta ve gizlilikte, elden bırakmamanızı dilerim.Emirlere itaati, cemaatlere, hatmelere dikkatle ve gevşetmeden devamı tavsiye ederim.
Nefsin her türlü istediğinden ve arzusundan, bid'atlardan, menhiyyattan, gıybetten, kullara zulümden, hasetten ve bunlardan başka bütün kötü fiillerden ve rezil huylardan uzak bulunmanızı önemle tavsiye ederim.Devamlı olarak Allah'a (c.c.) iltica etmenizi, fânî dünyaya temessük ve muhabbetten yüz çevirip bâkî olan ahiretinize büyük bir rağbetle yönelmenizi tavsiye ederim.Nefse tesir edecek, nefsi islah edecek sebepleri tahsil ediniz. Neşir ve hesap günü olan ahiret için hazırlanınız. Gafleti bırakarak kesin bir istidat ve reht(cemaat) ile ve tam bir temessükle Sünnet-i Seniyye'ye yapışınız. Kötü fiilerden ve bid'atlardan kaçınınız.Yakînen ve katiyen biliniz ki, size en layık olan şey; Allah Sübhanehu ve Teala'nın rızasında cehdinizi ilerletmenizdir. Resulullah'ın rızası da, Sadât'ın rızası da buna tâbidir. Bu da ancak Şeriat-ı Ahmediyye'ye tâbi olmakla, kalben ve her haliyle rûhen ve ceseden Muhammed Mustafa'nın şeriatına uymak ve bağlanmakla mümkündür.Şüphesizdir ki Nakşbendî olan bu büyük tarîkat, diğer turûka nazaran üstündür. Şeriat-i Nebeviyye ölçüsüne göre kurulmuştur. Bu konuda Sadât-ı Kirâm; 'Şeriata muhalif olan tarikat zındıklıktır.' diye buyurmuşlardır. Ki hadd-i zatında tarîkatta alınan bütün feyiz ve himmetler şeriatın mutabaatındandır.
Dünyaya ve onun lezzetlerine aldanmayınız, zira dünyanın hiçbir şeyi size menfaat vermez. Dünya, Hâlık'ın mağdûbudur (Gazab edilmiş). Yaratırken kendisine rahmet nazarıyla bakmamıştır. Hazreti Peygamber Efendimiz, "Dünya ve mafiha (içindekiler) Allah'ın (c.c.) zikrinden ve o zikri muhafaza eden şeylerden başka hepsi lanetlenmiştir." buyururlar. Eğer Şâh el-Haznevî'nin emirlerine yapışmaz ve riayet etmezseniz, hem dünyada zararlı çıkacaksınız hem de ayakların kaydığı günde pişman olacaksınız. Ama bu pişmanlık size fayda vermeyecektir. Akıbetin ne olduğunu bilseydiniz devamlı ağlardınız. Bu konuda şu şiiri diyen şairin hayrı Allah'adır ki, makalesinde doğru söylemiştir:
Ömrü uzun olan kimse nefsi için ağlasın, dünyadan ne nasibi ve ne de sehmi (payı) vardır.
Sizler ey kardeşler! Şâh-ı Haznevî'ye ve bu fakire karşı muhabbetinizin varlığını iddia ediyorsunuz, muhabbetin alâmeti emirlere temessüktür. Size lazımdır ki emrine ve yoluna mülâzemet edesiniz (uygun olanı yapınız). Kim muhalefet ederse kendisine hiyanet etmiş olur, zararı kendisinedir. Talim edip (başkalarına söyleyip) de kendisi söyledikleri ile amel etmeyen kimse gibi olmayınız.
Yine o mühim Âdâb-ı Nakşbendî'den biri de; müridin kalbinin mürşidinin kalbine celbidir (bağlanmasıdır). Her nerede olursa olsun huzurunda, kendini görüyormuş gibi bilmektedir. Bir diğer mühim âdâp da; tarîkata ve müntesiplerine halel gelmemesi için bu Tarikat-ı Âlîye'yi münkir olanlardan uzak tutturmaktır. Münkirlerle münakaşa ve muğalata(Çekişme) kalbe zarar verir.
Bu dediklerime sımsıkı sarılınız, Uzlab nayihesinde Molla Derviş tarafımızdan vekil kılınmıştır. Şeriatın ahkâmına ve tarîkatın âdâbına mülâzemet ettiği müddetçe, ona mutabakatınızı tavsiye ederim. Allah (c.c.) rızasını muvafik kılsın. Allah'ın velilerinin yolundan sizi sebatkâr eylesin. Ayakların kaydığı gün gelmezden önce Allah (c.c.) basiretle ayıplarınızı sizlere gösterip düzelttirsin.
Salât ve selâm, her hususta, Muhammed Mustafa'nın âl ve ashâbının üzerine olsun.'
Allah Teâlâ çok büyüktür
Allah Teâlâ çok büyüktür. Düşmanına bile iyilik yapıyor. Çünkü kâfirler Allah’ın (c.c) düşmanlarıdırlar ve Allah’ı (c.c) inkâr ediyorlar ama Allah, (c.c) yine de onlara yardım ediyor, onlara dünya mallarını veriyor ve Onlara evlat veriyor. Onlara dünyanın keyif ve lezzetlerini veriyor. Hal böyle iken Allah, (c.c) dostlarına nasıl iyilik yapmasın ki? Kendisine dönen ve onu sevenlere? İnsan, kendi düşmanına, elinden geldiği kötülüğü yapar. Allah o kadar büyüktür ki düşmanına bile iyilikte bulunuyor. Dostlarına nasıl iyilik yapmasın? Kendisine yönelene? Kim Allah’a (c.c) bir adım yaklaşırsa Allah (c.c) ona, on adım yaklaşır. Kim Allah’a yönelirse Allah (c.c) da ona yönelir. Allaha (c.c) sırt çevirene Allah da(c.c) sırt çevirir. Çünkü her şey insanın elindedir. Allah (c.c) insana cüzî ihtiyar (kısmî tercih hakkı) vermiştir. Kim doğru yoldan giderse Allaha (c.c) ulaşacak. Kim yanlış yoldan giderse helak olacaktır. Allah (c.c) (hâşâ) zulüm etmez, insan kendi nefsine zulüm eder. Allah (c.c) (hâşâ) kötülük etmez, insan kendi nefsine kötülük eder. Allah (c.c), dünyayı ve içindeki bütün her şeyi Peygamber Efendimizin (s.a.v) hatırına yarattı. Kıyamet gününde, eğer Peygamber Efendimizin (s.a.v) diğer Peygamberlere (a.s) şefaat etmezse, hiçbir Peygamber bile cennete giremeyecek. Kaldı ki diğer insanlar? Hepside, ancak Peygamber Efendimizin (s.a.v) şefaatiyle cennete gireceklerdir. Allah (c.c), Peygamber Efendimizi (s.a.v) işte bu kadar büyük yaratmıştır. Buna rağmen devamlı Allah’a (c.c) ibadet ederdi. Öyle ki ibadet etmekten onun mübarek ayakları şişerdi. Biz de Peygamber Efendimizin (s.a.v) ümmeti isek, onun yolundan gitmeliyiz. Hatta Allah (c.c), Peygamber Efendimize (s.a.v) “emir olunduğun gibi dosdoğru ol” diye emretmiştir. Emrime muhalefet etme, sana emrettiğim gibi hareket et demiş. O emir Peygamber Efendimize (s.a.v) nasıl verildiyse, aynı şekilde ümmetine de verilmiş oluyor. Onun ümmeti olan bizler de onun hareket ettiği gibi hareket etmeliyiz. Eğer insan ömrünü Allah (c.c) yolunda geçirmezse, Allahın (c.c) razı olduğu şeylerde geçirmezse ve salih amellerde geçirmezse Yazık olur insanın bu aziz ömrüne! İnsan kendisini ne kadar severse sevsin yine ömrünün sonu ihtiyarlık, hareketsizlik (âciziyet) ve yaşlılık olacaktır. en sonunda da toprağın altına girecektir. Ondan sonra insanın ne kıymeti kalıyor ki? Eğer insan Allaha (c.c) dönmüşse ve Allaha (c.c) dost olmuşsa, paha biçilemez bir inci olur. Çünkü o zaman, artık sonsuza kadar Allahın (c.c) merhametinin altına girer. Hem dünyada hem mahşerde hem de cennette rahat eder. Sonsuz rahatlığa kavuşmuş olur. Ama eğer Allahın (c.c) emirlerine muhalefet etmişse, sonsuza kadar zahmete girer. İnsan, deli değildir aklı vardır. Dünya işlerinde, insanı kimse kandıramıyor. Dünyada, bir hileye getiremiyor. Ama insan Allah (c.c) yolunda kandırılıyor, kendinden haberi yok ve şeytan onu aldatıyor. İnsan dünya işlerinde kandırılmadığı gibi Allah (c.c) yolunda da kandırılmamalı, akıllı olmalı, deli olmamalıdır. İnsan akıllıyım der ama ondan daha deli kimse yoktur. Allaha (c.c) yönelmeyen insandan daha deli kimse yoktur. Çünkü kendini Allahın (c.c) sonsuz azabına müstahak ediyor. Haliyle ondan daha deli kimse yoktur. Allaha (c.c) yönelen kimseden de daha akıllı kimse yoktur. Çünkü Allahın (c.c) fazlı ve rahmetinin altına girer ve sultanlar sultanı gibi birini kendine dost edinmiş olur. Ebedi rahatlığa kavuşmuş olur. Haliyle ondan daha akıllı kimse yoktur. İnsan dünyaya bir defa gelmiştir. İkinci defa gelmez. İnsan giderse artık dönemez. Dünya, gidişi olan ama dönüşü olmayan bir yoldur. İnsan, o dönüşü olmayan yola çokça hazırlık yapmalıdır. Orası için çok azık hazırlamalıdır. İnsan pişman olmadan pişman olmalıdır! İnsan sekerata girdiği vakit pişman olacak ama iş işten geçmiş olacak. O zamanki pişmanlığın bir faydası olmaz. İnsan şimdi pişman olmalıdır. Allah (c.c), her zaman insanın salih amellerine bakar, insanın salih niyetine bakar. Her zaman niyetimiz, halis bir şekilde Allah (c.c) rızası için olmalıdır. Bütün dünya veya ahiret işlerinde, her zaman niyetimiz Allah (c.c), rızası olmalı. Kalbimizde Allahtan (c.c) başka bir şey bulundurmamalıyız. Ondan başka ne varsa çıkarıp atmalıyız. İnsan kimi severse devamlı ondan bahsetmelidir. Eğer Allah’ı (c.c), Peygamberimizi (s.a.v) ve Sadatları (k.s) sevdiğimiz yalan değilse devamlı onlardan bahsetmemiz lazımdır. Çünkü dünya ehli, dünyaya âşık olduğu için hayalinde, gece gündüz dünya vardır ve hep dünyadan bahseder. Dünya, onların kalbinden bir an olsun çıkmaz. Bir an olsun dünyadan bahsetmekten geri durmazlar. Devamlı dünyadan bahsederler. Allah’ı (c.c), ve Peygamberi (s.a.v) seviyorsak, devamlı onlardan bahsetmeliyiz. Hazret (k.s), bir dakika bir saniye bile Allahtan (c.c), bahsetmekten geri kalmazdı. Gece gündüz devamlı sohbet vardı. Denizlerdeki dalgaların birbirine çarpmaları gibi, devamlı Allahtan (c.c) bahsederdi. İnsan, Hazret’in (k.s) huzurunda olduğu anlarda, eğer doğudan batıya kadar bütün mallar onun olsa bile, onların hepsi insanın gözünde bir sinek ölüsü gibi değersiz olurdu, insanın onlardan midesi bulanırdı. Allahtan (c.c) başka hiçbir şeyle ilgisi kalmazdı insanın. Çünkü Hazret (k.s) için Allahtan (c.c) başka hiçbir şey yoktu. Gece gündüz devamlı Allahtan (c.c) bahsederdi. Allahtan (c.c) başka hiçbir gayesi olmazdı. İnsan hazretin (k.s)huzurunda olduğu zaman, onun himmetini alırdı ve onun gibi olurdu. Allahtan (c.c) başka bir şey istenmezdi. İnsan Hazreti (k.s) gördüğü zaman, heybetinden dolayı, baştan ayağa titrerdi. Çünkü Hazret (k.s) Arifinler dendi. Yeryüzünün sultanı idi. Huzurunda olduğun zaman Allahtan başka bir şeyin kalmazdı. Hazret (k.s) sohbet edecek kimseyi bulamadığı zamanlarda Seydanın çocuklarından dört, beş ve altı yedi yaşlarında olanlardan toplar, aralarında oturur ve onlara Seydadan ve Allahtan (c.c) bahsederdi. Bir gün hanımı” kurban ben sizden bir şey anlamadım, bu çocuklar ne anlarlar ki siz onlara Allahtan (c.c) bahsediyorsunuz? Sizin ne dediğini anlamıyorlar bile” der. Hazret (k.s)” anlamazlarsa bile, Allahtan (c.c) bahsedildiği zaman Allahın (c.c) feyzi iner, Allahın (c.c) rahmeti iner, Allahın (c.c) cemali iner ve Allahın (c.c) rahmetinin altına girilir. Anlamaları önemli değil, önemli olan Allahın (c.c) rahmetinin nazil olmasıdır. Ben onlara, Allahın (c.c) feyzi nazil olsun diye Allahtan (c.c) bahsediyorum. Çünkü Allahtan (c.c) bahsedildiği zaman, oraya melekler iner ve o cemaate rahmet iner.Peygamber Efendimizin (s.a.v) ümmetinden herhangi birileri toplanıp Allahtan (c.c) bahsederse oraya melekler iner ve o cemaate dua ederler. Eğer meleklerin indiği cemaatte Allahtan (c.c) bahsedilmiyorsa, o cemaatten ayrılıp onlara beddua ederler. Eğer Allahın (c.c) kulları olsaydınız Allahtan (c.c) bahsederdiniz derler. Eğer sizler Allaha (c.c) âşık olsaydınız ondan bahsedecektiniz. Sizler dünyadan bahsediyorsunuz. Demek ki âşık olduğunuz şey dünyadır Allah (c.c) değildir derler. Hazret (k.s) böyleydi. Devamlı Allahtan (c.c) bahsederdi. Çünkü âşıktı ve devamlı maşukundan bahsederdi. Aklı devamlı maşukandaydı. Çünkü maşuku Allah (c.c) idi ve devamlı Allahtan (c.c) bahsederdi. İnsan, kârını ve zararını birbirinden ayırmalıdır. İnsan Allahın (c.c) lanet ettiği şeyi sevmemeli, Allahın (c.c) sevdiği şeyi sevmelidir. Dünyada zengin olana, zengin denmez. Çünkü o mallar kendisinin değil, başkalarının mallarıdır varislerine gidecekler. Asıl zengin, ahiret malları ve salih amelleri çok olan kişidir. Ona zengin denir. Çünkü onun malı, ona öteki dünyada menfaat verecektir. Dünya zenginine zengin denmez. Malları başkalarına yani varislerine kalacaktır. İnsan kendisinin olmayan bir malı seviyor. Dünyadaki mallar varislerimizindir. Onların mallarını seviyoruz. Kendi mallarımız olan salih amelleri sevmiyoruz. Hz Ömer, (r.a) imam olduğu zaman, İslam dört yüz beş yüz milyon mu? Artık kaç kişi varsa, hepsi onun emrinin altındaydı. Eğer dünyayı sevseydi kıyafetlerini altın, gümüş ve yakuttan yaptırabilirdi. Mübarek bir gün su istemiş ve ona şeker şerbetini getirmişler. İçince şeker şerbeti olduğunu anlıyor ve ağlamaya başlıyor. Öyle bir ağlıyor ki yanındaki bütün sahabeler de (r.anhüm) ağlıyor. Kurban ne oldu, ne işittin ki seni bu kadar ağlattı? Diye soruyorlar. Diyor ki” ben kendi nefsimden korktum. Ben su istiyorum, bana şeker şerbetini getiriyorlar. Demek ki işimiz Allah (c.c) için değil dünya içindir. Yaptığımız ameller Allah (c.c) rızası için değil de dünya için olmuş. Bu yüzden Allahtan (c.c) korktum ve ağladım. Yaptığımız iş Allah (c.c) için değil, dünya içinmiş demek ki dedim. İşte sahabe-i kiram (r.anhüm) böylelermiş. Maksatları Allah (c.c) idi, Allah’ı (c.c) düşünürlerdi ve Allahtan (c.c) başka bir şeylerden haberleri yoktu. Cennet ancak onlara layıktır. Onlara mübarek olsun. Peygamber (s.a.v) savaştan döndüğü zaman, o savaşta çok sahabe (r.anhüm) şehit olmuşlardı, çok aç kalmışlardı ve çok eziyet görmüşlerdi. Peygamberimiz (s.a.v) “savaş, cehennemden bir parçadır” demişlerdir. Çünkü çok zordur. Medinenin yakınına vardıklarında sahabelerine (r.anhüm) dönüp şöyle söylemişlerdir. “ bizler küçük savaştan döndük şimdi de büyük savaşa geldik” sahabeler (r.anhüm)” ey gözümüzün nuru, bundan daha büyük bir savaş mı var önümüzde? Bizler, bu savaşta o kadar yaralı verdik, o kadar şehit verdik, o kadar aç kalıp eziyetler çektik. Bundan daha büyük savaş mı olacak?” Peygamberimiz (s.a.v)” evet, önümüzde ondan daha çetin daha büyük bir savaş var. Büyük savaş, nefis ve şeytanla yapılan savaştır. Bizim, nefis ve şeytanla savaşmamız gerekiyor” diyor. Demek ki nefis ve şeytan ile yapılan savaşlar diğer savaşlardan daha büyüktür. Hal böyle iken, ümmet-i Muhammed’in (s.a.v), nefis ve şeytana karşı devamlı savaş ve muhalefet halinde olmalıdır.
Hazret k.s.a.
Gavs (k.s.a.) hasta iken âcizâne hizmetini yapıyordum. Bir gün dedi, molla bana bir kaside söyle. Ben çok utandım. Halimi görünce, ben söyleyeyim sen dinle deyip, devam etti:
Ben ne oradayım ne burada
Beyaz da değilim siyah da.
Ben herkesin dudağındaki şekerim
İlkbaharda yağan kar gibiyim.
Bu kasideyi okuduktan sonra sordu: Bunu kim söylemiş biliyor musun? Hayır efendim, bilmiyorum, dedim.
Gavs (k.s.a.) bunun üzerine şöyle dedi:
Hazret (k.s.a.) bir gün irşada giderken yolda yörenin çobanlarından birinin okuduğu bu kasideyi dinler. Sonra da der: « Hey hocalar, sofiler dinleyin. Çoban ne diyor ? » Onların kendilerince verdikleri mânâyı kabul etmez ve kendisi şu mânâyı verir.
Birinci beyit: Ben ne bu dünyaya lâyıkım, ne de öbür dünyaya. Ben ne cehennem'den kurtulayım, ne de cennet'e gideyim, diye amel yapmıyorum. İkinci beyit: Herkes beni dudaklarında tatlı şeker bilir, halbuki bizim hükmümüz yok. Tıpkı ilkbahar karı gibi
Ben ne oradayım ne burada
Beyaz da değilim siyah da.
Ben herkesin dudağındaki şekerim
İlkbaharda yağan kar gibiyim.
Bu kasideyi okuduktan sonra sordu: Bunu kim söylemiş biliyor musun? Hayır efendim, bilmiyorum, dedim.
Gavs (k.s.a.) bunun üzerine şöyle dedi:
Hazret (k.s.a.) bir gün irşada giderken yolda yörenin çobanlarından birinin okuduğu bu kasideyi dinler. Sonra da der: « Hey hocalar, sofiler dinleyin. Çoban ne diyor ? » Onların kendilerince verdikleri mânâyı kabul etmez ve kendisi şu mânâyı verir.
Birinci beyit: Ben ne bu dünyaya lâyıkım, ne de öbür dünyaya. Ben ne cehennem'den kurtulayım, ne de cennet'e gideyim, diye amel yapmıyorum. İkinci beyit: Herkes beni dudaklarında tatlı şeker bilir, halbuki bizim hükmümüz yok. Tıpkı ilkbahar karı gibi
Nefs Terbiyesi
Gavs hazretleri sâdât-ı Nakşibendiyye için, "vücutlarını ortadan kaldırmışlardır" diye söz etmişti bir gün. "Nakşibendî sâdâtı nefislerini islah etmişlerdir. Vücutlarını ortadan kaldırmışlardır" dedi Gavs hazretleri. "Onlar, bu yolun büyüklerinin manevi nisbetlerini üzerlerinde toplamışlardır. Şah-ı Hazne [kuddise sırruhû], Muhammed Diyâüddin hazretlerinin halifeleri içinde en ednâ olanıydı. Kimse onun halife olduğunu bilmezdi; hatta âlim olduğunu bile herkes bilmezdi. Ancak eskiden onu tanıyanlar molla olduğunu bilirlerdi. Onun halife olduğunu bu yolda ilerlemiş olanlar bilirlerdi. Çünkü nefsini zebun etmiş, benliğinden sıyrılmıştı. Onun için Rabbü'l-âlemîn onu o kadar yükseltmiş ve etrafına o kadar adam toplanmıştı ki çevresi aynen mahşer yeri gibi oluyordu. Rabbü'l-âlemîn onun huyunu ve ahlâkı- ni sevdiği için, onu dost edindi. Onu dünyada da ahirette de kıymetli kıldı."
Bu nefis nasıl terbiye olur ? Sorusuna cevaben
"Sâdât-ı Nakşibendiyye, insanın nefsini kırk ayaklı bir hayvana benzetmişler” dedi. “Bu kırk ayaklı hayvanın başı iki kaşımızın arasına yerleştirilmiştir. Ayakları da kalbin, ruhun ve letâiflerin üzerindedir. Nefis, onlara da kendi isteklerini aşılamış ve kabul ettirmiştir. Nefsin esiri olan kalp ve ruh, kendi başlarına hareket edemez hale gelirler. Nefis ne isterse onlar da ona tâbi olmuştur. O letâifler, yaratılış gayesini unutmuşlardır. İnsanın kendi kendine bu durumdan kurtulması mümkün değildir. İnsan, ne kadar âlim olursa olsun, onun ilmi dahi nefsini terbiye etmeye güç yetiremez."
Gavsımız [kuddise sırruhû] bir sohbetinde insan nefsinden bahsetti. Dedi: "Nefis öyle bir şeydir ki kızgın bir boğa gibidir, onu durdurmak zordur. Ama sen Allah dostunun yanına gittiğin zaman senin o nefsin artık mürşidin elindedir. Sâdât-ı Kirâm ilk önce nefsi terbiye ediyor. Terbiye için evvela edebi öğretiyorlar; dersler, zikirler veriyorlar. Bu derslere ne kadar önem verilirse, edebe ne kadar riayet edilirse insanın hali günden güne düzeliyor. Nefis terbiye olduktan sonra insan yüce Allah'ın yolunda hızla ilerliyor. Nefs terbiye olmadan insan Allah'a ulaşamaz. Sâdât-ı kirâm insanı öyle bir yetiştirir ki insan Allah'a aşık olur, Resûlullah'a âşık olur, sâdât-ı kirâma âşık olur. Ama bunun için Sâdât-ı Kirâmın verdiği ilaçları uygulamak lazım. Sen doktora gitsen ama verdiği ilaçları kullanmazsan hiçbir fayda görmezsin. İstersen yüz doktora git, yine fayda vermez. O yüzden ilaçları kullanmak lazım ki nefis terbiye olsun."
Bu nefis nasıl terbiye olur ? Sorusuna cevaben
"Sâdât-ı Nakşibendiyye, insanın nefsini kırk ayaklı bir hayvana benzetmişler” dedi. “Bu kırk ayaklı hayvanın başı iki kaşımızın arasına yerleştirilmiştir. Ayakları da kalbin, ruhun ve letâiflerin üzerindedir. Nefis, onlara da kendi isteklerini aşılamış ve kabul ettirmiştir. Nefsin esiri olan kalp ve ruh, kendi başlarına hareket edemez hale gelirler. Nefis ne isterse onlar da ona tâbi olmuştur. O letâifler, yaratılış gayesini unutmuşlardır. İnsanın kendi kendine bu durumdan kurtulması mümkün değildir. İnsan, ne kadar âlim olursa olsun, onun ilmi dahi nefsini terbiye etmeye güç yetiremez."
Gavsımız [kuddise sırruhû] bir sohbetinde insan nefsinden bahsetti. Dedi: "Nefis öyle bir şeydir ki kızgın bir boğa gibidir, onu durdurmak zordur. Ama sen Allah dostunun yanına gittiğin zaman senin o nefsin artık mürşidin elindedir. Sâdât-ı Kirâm ilk önce nefsi terbiye ediyor. Terbiye için evvela edebi öğretiyorlar; dersler, zikirler veriyorlar. Bu derslere ne kadar önem verilirse, edebe ne kadar riayet edilirse insanın hali günden güne düzeliyor. Nefis terbiye olduktan sonra insan yüce Allah'ın yolunda hızla ilerliyor. Nefs terbiye olmadan insan Allah'a ulaşamaz. Sâdât-ı kirâm insanı öyle bir yetiştirir ki insan Allah'a aşık olur, Resûlullah'a âşık olur, sâdât-ı kirâma âşık olur. Ama bunun için Sâdât-ı Kirâmın verdiği ilaçları uygulamak lazım. Sen doktora gitsen ama verdiği ilaçları kullanmazsan hiçbir fayda görmezsin. İstersen yüz doktora git, yine fayda vermez. O yüzden ilaçları kullanmak lazım ki nefis terbiye olsun."
Niyet
İmanın esası itikada dayanır. İtikadı olmayanın imanı yoktur. Makbul olan kamil iman; insan günah işleyeceği zaman ona engel olan imandır. Harama bakmayı, gıybet etmeyi, zulüm ve hakaret etmeyi engelleyen hep kamil imandır.
İnsanın ömrü ortalama altmış yıl gibi kısa bir süredir. On beş yılı çocuklukta, yarısı da gece uykuda geçer. Geriye kalan çok az bir kısımdır. Bunun da büyük bir bölümünü dünya işleri ile uğraşarak geçirir de ahirete eli boş giderse yazık olur. Hele gaflet, gıybet, fesat veya amaç dışı şeylerle uğraşması hiç yakışık almaz.
İnsan yaptığı işlerini Allah için yapmalıdır. Zira Allah için yapılmayan işlerin tamamı boştur. Yine Allah için yapılan işlerde de niyet ve gaye Allah rızası olmazsa o işlerde boştur. Şah-ı Hazne (kuddise sırruhu) yemin ederek "Her işimde önce niyetimi Allah'ın rızasına ve iradesine uygun bir şekilde düzeltir sonra yaparım" diye buyurmuştur. Bu ne yüce bir iş ve nasıl bir makamdır. Kişinin niyetini gayesiyle birleştirmesi insan üstü bir başarıdır. Amelin kökü niyettir. Köksüz ağaç olmadığı gibi niyetsiz amel de olmaz.
Melekler gibi gökte yaşamayıp, yeryüzünde insanlar arasında yaşamaya zorunlu olduğundan ve özellikle devrimizde dünya işlerinin çok ağırlaşmasından dolayı insanın çok gayret etmesi gerekir.
Fakat, bu iş oldukça zordur.
Hazreti Peygamberin amcasının oğlu, damadı ve halifesi; dünyada cennetle müjdelenmiş Hazreti Ali (radıyallahu anh) gibi bir zat bile "Keşke annem beni doğurmamış olsaydı" diyor. Çünkü dünyada fısk, fesat, zulüm, hakaret, gıybet, kötülük ve günahtan başka bir şey yoktur. Bundan dolayı imanı korumak için olanca çabayla zikir yapmalı, ibadet etmeli, Allah'a yalvarmalı, devamlı Allah'tan bahsetmeli ve kötü kişilerden uzaklaşmalıdır.
Çalınmaktan korumak için para ve kıymetli eşyasını insan nasıl gizler ve saklarsa, imanımda aynı şekilde koruması gerekir. Zira, iman şerefli, geçerli, kıymetli, cennete ve ihsanlara kavuşturan ebedi kurtuluş ve mutluluğun anahtarıdır. Ebedi kurtuluşa ermek ve imanını çaldırmamak için kişinin Allah erleri olan evliyaullaha yönelmesi ve onlardan yardım istemesi, devamlı olarak birlikte olması, yalvarması, ricada bulunması gerekir ki, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) ve veliler insandan haberdar olsun.
Şah-ı Hazne'nin dergahında dört yıldan beri çalışmadan, zikir yapmadan oturan bir adam vardı. Şeyh hazretleri "Bu adam ne ahiret ne de dünya için çalışmadan, boş oturarak sadât'ın ekmeğini yiyor. Söyleyin başka bir yere gitsin" dedi. Kendisine defalarca gitmesi söylendi; fakat hiç oralı olmadı. Bir müddet sonra Şahı Hazne düşüncesini değiştirerek "Ben Allah'ın adetini düşündüm. Hatalı olduğumu anladım. Boşu boşuna dergâhın ekmeğini yiyor, tembel tembel oturuyor dedim. Bırakın onu kalsın" dedi. Bilindiği gibi, Şah-ı Hazne tüm işlerinin İlâhi iradeye uygun olmasına dikkat ederdi. Niyet amelin sermayesi olup, kalbe Allah'ın rızasından başka hiçbir şeyin bulunmaması demektir. Sadece ahiret için değil, dünya için yapılan işlerde de niyet Allah için olmalıdır. Çift sürerken, ticaret yaptığı işyerinde çalışırken, özetle her işinde insan çoluk çocuğunun rızkını kazanmak, karınlarını doyurmak elbiselerini sağlamak ve onları kimseye muhtaç etmeyerek "ailenin geçimini temin etmek için çalışıyorum" diye niyet etmelidir. Zira insanın çalışarak ailesinin geçimini temin etmesi vaciptir. Allah'ın emridir. Allah'ın rızası da emrine bağlıdır.
İnsanın çalışması dünya için olursa, dünya sevgisi ağır basarsa yazık olur. Tersine Allah sevgisi ağır basarsa kişi her zaman kazançtadır. İnsan Allah yolunu elinden kaçırmamalıdır. Eğer bir kaçarsa bir daha kolay kolay ele geçmez. Dünya ise kaybedilirse tekrar kazanılabilir. Dünya uğruna Allah yolunu bırakmak günahtır. İnsanı Allah'tan, cennetten, Peygamber'den (sallallahu aleyhi vesellem) ve Allah dostlarından uzaklaştıran, şeytana yaklaştıran günahların başı olan dünya sevgisinden daha kötü ne olabilir? Allah yolunda çalışmak, rahatını düşünerek veya boş şeylerle uğraşarak olmaz. Bu şekilde davranış büyük hata ve zarardır.
Bir velinin makamı ne kadar büyük olursa olsun bir peygamberin ayağının tozu bile olamaz.
İşte bu denli büyük ve kiymetli yaratılmış peygamberlerden biri olan Süleyman Aleyhisselam dünyanın sefasını sürdüğü için diğer peygamberlerden elli yıl daha geç cennete girecektir. Bir peygambere bile bu kadar zarar veren dünyanın diğer insanlara nasıl zararı dokunmaz?
Dünyanın zevk-ü sefasını süren kişi ahirette o nisbette zarar ve sıkıntı görür. Allah'a ibadet ve kulluk ederek O'nun rızasını ve yakınlığını kazanmak için sıkıntı çekenler ise ahirette o ölçüde rahat ederler.
Dünya Allah'a (celle celâluhu) kavuşma yolunda araç olarak kullanılırsa, güzel ve kârlıdır. Hz. Hüseyin'in oğlu imam Zeynelabidin'e (radıyallahu anh) bir fakir bir şey istemek üzere gelse çok sevinerek, "Merhaba, hoş geldin, safa geldin; bana ahireti kazandırmaya geldin" derdi.
Erkek, gücü ve kuvvetiyle halka sıkıntı ve yılgınlık veren, hakaret, kötülük, zulüm eden kimse değil; Allah'la dostluk kuran kişidir.
Ticaret yapan bir işadamı zarar ve iflas edeceği bir sahaya yatırım yapmaz ve o işe girişmez. Aksi taktirde ahmaklık etmiş olur. Akıllı iş adamı ise para kazanacağı yere yatırım yapar. Din uğrunda ticaret yapan, Allah yolunun talipleri de böyle olmalıdır. Bile bile günah işleyip zarar etmeyi kabullenen de ahmaktır. Dünya ticaretiyle uğraşanlar kendilerini zarardan koruyor da manevi ticaret yapanlar niçin kendilerini korumuyorlar? Bir işte yarım saat çalışıp elli bin lira (Yaklaşık 500 gram altın) alacak olan işçi sevincinden uyuyamaz; bu kazancı kaçırmamak için elinden geleni yapar. Allah yolunda da bu tür büyük kazançlar vardır. Örneğin beş bin defa zikir yapan kişi elli bin zikir sevabı alır. Çünki Hz. Peygamberin ümmetine kazanç bire ondur. Yarım saatte elli bin kâr iyi ve güzel bir kazançtır, işte Allah yolunun kârı böyle boldur. Böyle bir ticareti bırakıp dünyayla uğraşan veya gıybet ve fesat gibi günah işleyip Allah'ın (celle celâluhu) emrine aykırı hareket eden kimseler ise pişman olurlar. İnsan da. kabre konulduktan sonra pişman olacak, fakat fayda etmeyecek. Allah yolu insana ağır geldiği için tembellik etmektedir. Diğer yandan Allah'ın (celle celâluhu) emrini dinlemeyen, bir doktorun sözünü yerine getirip tam olarak uygulamaktadır. Bunun tersine bir insan bir alimin, Allah (celle celâluhu) için söylediklerine hiç kulak asmaz, yerine getirmez.
İnsan delilikten yalancılıktan, hainlikten, tembellikten vazgeçip akıllı ve dosdoğru olmalı dinini korumalı, Allah'ın (celle celâluhu) büyüklüğünü kabullenerek O'na yönelmelidir. Kişi kendisine düşmanlık ettiği halde çok sevdiği ve en güzel yiyeceklerle beslendiği nefsine acıyarak onu ateşten korumalıdır.
İnsanın ömrü ortalama altmış yıl gibi kısa bir süredir. On beş yılı çocuklukta, yarısı da gece uykuda geçer. Geriye kalan çok az bir kısımdır. Bunun da büyük bir bölümünü dünya işleri ile uğraşarak geçirir de ahirete eli boş giderse yazık olur. Hele gaflet, gıybet, fesat veya amaç dışı şeylerle uğraşması hiç yakışık almaz.
İnsan yaptığı işlerini Allah için yapmalıdır. Zira Allah için yapılmayan işlerin tamamı boştur. Yine Allah için yapılan işlerde de niyet ve gaye Allah rızası olmazsa o işlerde boştur. Şah-ı Hazne (kuddise sırruhu) yemin ederek "Her işimde önce niyetimi Allah'ın rızasına ve iradesine uygun bir şekilde düzeltir sonra yaparım" diye buyurmuştur. Bu ne yüce bir iş ve nasıl bir makamdır. Kişinin niyetini gayesiyle birleştirmesi insan üstü bir başarıdır. Amelin kökü niyettir. Köksüz ağaç olmadığı gibi niyetsiz amel de olmaz.
Melekler gibi gökte yaşamayıp, yeryüzünde insanlar arasında yaşamaya zorunlu olduğundan ve özellikle devrimizde dünya işlerinin çok ağırlaşmasından dolayı insanın çok gayret etmesi gerekir.
Fakat, bu iş oldukça zordur.
Hazreti Peygamberin amcasının oğlu, damadı ve halifesi; dünyada cennetle müjdelenmiş Hazreti Ali (radıyallahu anh) gibi bir zat bile "Keşke annem beni doğurmamış olsaydı" diyor. Çünkü dünyada fısk, fesat, zulüm, hakaret, gıybet, kötülük ve günahtan başka bir şey yoktur. Bundan dolayı imanı korumak için olanca çabayla zikir yapmalı, ibadet etmeli, Allah'a yalvarmalı, devamlı Allah'tan bahsetmeli ve kötü kişilerden uzaklaşmalıdır.
Çalınmaktan korumak için para ve kıymetli eşyasını insan nasıl gizler ve saklarsa, imanımda aynı şekilde koruması gerekir. Zira, iman şerefli, geçerli, kıymetli, cennete ve ihsanlara kavuşturan ebedi kurtuluş ve mutluluğun anahtarıdır. Ebedi kurtuluşa ermek ve imanını çaldırmamak için kişinin Allah erleri olan evliyaullaha yönelmesi ve onlardan yardım istemesi, devamlı olarak birlikte olması, yalvarması, ricada bulunması gerekir ki, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) ve veliler insandan haberdar olsun.
Şah-ı Hazne'nin dergahında dört yıldan beri çalışmadan, zikir yapmadan oturan bir adam vardı. Şeyh hazretleri "Bu adam ne ahiret ne de dünya için çalışmadan, boş oturarak sadât'ın ekmeğini yiyor. Söyleyin başka bir yere gitsin" dedi. Kendisine defalarca gitmesi söylendi; fakat hiç oralı olmadı. Bir müddet sonra Şahı Hazne düşüncesini değiştirerek "Ben Allah'ın adetini düşündüm. Hatalı olduğumu anladım. Boşu boşuna dergâhın ekmeğini yiyor, tembel tembel oturuyor dedim. Bırakın onu kalsın" dedi. Bilindiği gibi, Şah-ı Hazne tüm işlerinin İlâhi iradeye uygun olmasına dikkat ederdi. Niyet amelin sermayesi olup, kalbe Allah'ın rızasından başka hiçbir şeyin bulunmaması demektir. Sadece ahiret için değil, dünya için yapılan işlerde de niyet Allah için olmalıdır. Çift sürerken, ticaret yaptığı işyerinde çalışırken, özetle her işinde insan çoluk çocuğunun rızkını kazanmak, karınlarını doyurmak elbiselerini sağlamak ve onları kimseye muhtaç etmeyerek "ailenin geçimini temin etmek için çalışıyorum" diye niyet etmelidir. Zira insanın çalışarak ailesinin geçimini temin etmesi vaciptir. Allah'ın emridir. Allah'ın rızası da emrine bağlıdır.
İnsanın çalışması dünya için olursa, dünya sevgisi ağır basarsa yazık olur. Tersine Allah sevgisi ağır basarsa kişi her zaman kazançtadır. İnsan Allah yolunu elinden kaçırmamalıdır. Eğer bir kaçarsa bir daha kolay kolay ele geçmez. Dünya ise kaybedilirse tekrar kazanılabilir. Dünya uğruna Allah yolunu bırakmak günahtır. İnsanı Allah'tan, cennetten, Peygamber'den (sallallahu aleyhi vesellem) ve Allah dostlarından uzaklaştıran, şeytana yaklaştıran günahların başı olan dünya sevgisinden daha kötü ne olabilir? Allah yolunda çalışmak, rahatını düşünerek veya boş şeylerle uğraşarak olmaz. Bu şekilde davranış büyük hata ve zarardır.
Bir velinin makamı ne kadar büyük olursa olsun bir peygamberin ayağının tozu bile olamaz.
İşte bu denli büyük ve kiymetli yaratılmış peygamberlerden biri olan Süleyman Aleyhisselam dünyanın sefasını sürdüğü için diğer peygamberlerden elli yıl daha geç cennete girecektir. Bir peygambere bile bu kadar zarar veren dünyanın diğer insanlara nasıl zararı dokunmaz?
Dünyanın zevk-ü sefasını süren kişi ahirette o nisbette zarar ve sıkıntı görür. Allah'a ibadet ve kulluk ederek O'nun rızasını ve yakınlığını kazanmak için sıkıntı çekenler ise ahirette o ölçüde rahat ederler.
Dünya Allah'a (celle celâluhu) kavuşma yolunda araç olarak kullanılırsa, güzel ve kârlıdır. Hz. Hüseyin'in oğlu imam Zeynelabidin'e (radıyallahu anh) bir fakir bir şey istemek üzere gelse çok sevinerek, "Merhaba, hoş geldin, safa geldin; bana ahireti kazandırmaya geldin" derdi.
Erkek, gücü ve kuvvetiyle halka sıkıntı ve yılgınlık veren, hakaret, kötülük, zulüm eden kimse değil; Allah'la dostluk kuran kişidir.
Ticaret yapan bir işadamı zarar ve iflas edeceği bir sahaya yatırım yapmaz ve o işe girişmez. Aksi taktirde ahmaklık etmiş olur. Akıllı iş adamı ise para kazanacağı yere yatırım yapar. Din uğrunda ticaret yapan, Allah yolunun talipleri de böyle olmalıdır. Bile bile günah işleyip zarar etmeyi kabullenen de ahmaktır. Dünya ticaretiyle uğraşanlar kendilerini zarardan koruyor da manevi ticaret yapanlar niçin kendilerini korumuyorlar? Bir işte yarım saat çalışıp elli bin lira (Yaklaşık 500 gram altın) alacak olan işçi sevincinden uyuyamaz; bu kazancı kaçırmamak için elinden geleni yapar. Allah yolunda da bu tür büyük kazançlar vardır. Örneğin beş bin defa zikir yapan kişi elli bin zikir sevabı alır. Çünki Hz. Peygamberin ümmetine kazanç bire ondur. Yarım saatte elli bin kâr iyi ve güzel bir kazançtır, işte Allah yolunun kârı böyle boldur. Böyle bir ticareti bırakıp dünyayla uğraşan veya gıybet ve fesat gibi günah işleyip Allah'ın (celle celâluhu) emrine aykırı hareket eden kimseler ise pişman olurlar. İnsan da. kabre konulduktan sonra pişman olacak, fakat fayda etmeyecek. Allah yolu insana ağır geldiği için tembellik etmektedir. Diğer yandan Allah'ın (celle celâluhu) emrini dinlemeyen, bir doktorun sözünü yerine getirip tam olarak uygulamaktadır. Bunun tersine bir insan bir alimin, Allah (celle celâluhu) için söylediklerine hiç kulak asmaz, yerine getirmez.
İnsan delilikten yalancılıktan, hainlikten, tembellikten vazgeçip akıllı ve dosdoğru olmalı dinini korumalı, Allah'ın (celle celâluhu) büyüklüğünü kabullenerek O'na yönelmelidir. Kişi kendisine düşmanlık ettiği halde çok sevdiği ve en güzel yiyeceklerle beslendiği nefsine acıyarak onu ateşten korumalıdır.
Müridin haberi olmaz
Bir seferinde Gavs Hazretlerinin (k.s.) yanında 70 gün kadar kaldıktan sonra kalbime bir vesvese geldi. Burada bir fayda görmedim, köyüme gidip talebelerimi okutarak bir menfaat elde ederim, diye düşünüp izin almaya karar verdim. Gavs (K.S.) Hazretleri akşam namazını müteakib râbita-i Şerifeden sonra bana şu sohbeti yaptı:
İmam-ı Rabbâni Hazretlerinin (k.s.) sakası tekkeye on sekiz sene su taşımıştı. Bir gün «hiç bir menfaat görmedim, kalkıp gideyim» deyip izin alarak yola çıktı. Konaklamak için uğradığı mağarada üç abid'e rastlar ve onlara katılır. Her gün bir âbid dışarı çıkar ve yemek getirir. Dördüncü gün abidler «Misafirlik üç gündür, bu gün yemek getirme sırası sana geldi» derler. Saka sofi nereden getirileceğini bilmediğini söyler, abidler: Biz mağaranın arkasına gidip dua ediyoruz, Allah-u Teâlâ da bize gönderiyor, der. Sofi nasıl dua edileceğini bilmemesine rağmen, mecburen mağaranın dışına çıkar ve şöyle dua eder: Yâ Rabbî! Onlar senden nasıl taleb ediyorlarsa, ben de öyle taleb ediyorum. Ey rızık verici Rabbimiz! Bize yemek gönder. Bu dua üzerine her günkünden daha çeşitli, daha tatlı ve bol yemek gelir. Abidler hayrette kalarak: «Sen nasıl duâ ettin?» diye sorarlar. Sofi: Vallahi ben, «Allahım onların duası gibi kabul et» diyerek dua ettim. Asıl siz nasıl dua ediyorsunuz? Ben onu öğrenmek isterim, der. Abidler derler ki: Biz İmam-ı Rabbanî'nin (K.S.) sakasının hatırı için diye dua ederiz. Sofi bunu duyunca: Bende bir şey yok biliyordum, herkes benim ismimle Allahtan yemek istiyor, diye düşünüp, hemen İmam-ı Rabbânî (K.S.) Hazretlerinin yanına döner. İmam-I Rabbânî (K.S.) Hazretleri sakaya sorar: Sofi geldin mi? Evet efendim, geldim. Tarîkât-ı Nakşibendi manevîdir. Verilen şeylerden müridin haberi olmaz.
İmam-ı Rabbâni Hazretlerinin (k.s.) sakası tekkeye on sekiz sene su taşımıştı. Bir gün «hiç bir menfaat görmedim, kalkıp gideyim» deyip izin alarak yola çıktı. Konaklamak için uğradığı mağarada üç abid'e rastlar ve onlara katılır. Her gün bir âbid dışarı çıkar ve yemek getirir. Dördüncü gün abidler «Misafirlik üç gündür, bu gün yemek getirme sırası sana geldi» derler. Saka sofi nereden getirileceğini bilmediğini söyler, abidler: Biz mağaranın arkasına gidip dua ediyoruz, Allah-u Teâlâ da bize gönderiyor, der. Sofi nasıl dua edileceğini bilmemesine rağmen, mecburen mağaranın dışına çıkar ve şöyle dua eder: Yâ Rabbî! Onlar senden nasıl taleb ediyorlarsa, ben de öyle taleb ediyorum. Ey rızık verici Rabbimiz! Bize yemek gönder. Bu dua üzerine her günkünden daha çeşitli, daha tatlı ve bol yemek gelir. Abidler hayrette kalarak: «Sen nasıl duâ ettin?» diye sorarlar. Sofi: Vallahi ben, «Allahım onların duası gibi kabul et» diyerek dua ettim. Asıl siz nasıl dua ediyorsunuz? Ben onu öğrenmek isterim, der. Abidler derler ki: Biz İmam-ı Rabbanî'nin (K.S.) sakasının hatırı için diye dua ederiz. Sofi bunu duyunca: Bende bir şey yok biliyordum, herkes benim ismimle Allahtan yemek istiyor, diye düşünüp, hemen İmam-ı Rabbânî (K.S.) Hazretlerinin yanına döner. İmam-I Rabbânî (K.S.) Hazretleri sakaya sorar: Sofi geldin mi? Evet efendim, geldim. Tarîkât-ı Nakşibendi manevîdir. Verilen şeylerden müridin haberi olmaz.
Affetmek
Gavs-ı Bilvanisî Hazretleri k.s., bir sohbetlerinde şöyle buyuruyorlar:
“Odunculukla geçimini sağlayan, fakir, kendi halinde bir köylü, omuzunda bir ip, gecenin son vaktinde evinden ayrılıyor. Köyün yakınındaki köprüyü geçip suyun başında abdestini alıyor. Vakit girdiğinde önce sabah namazının sünnetini kılıyor, şafak iyice sökünce de farzını eda ediyor. Namazdan sonra oturup zikriyle meşgul oluyor. Güneş doğduktan sonra ormana girip odun toplamaya başlıyor. Bir müddet sonra topladığı odunları sırtlayıp yola koyuluyor. Tam köprünün üzerine geldiğinde, öbür taraftan da bir atlı çıkıveriyor. At, odun yüklü adamdan ürkerek sırtındaki süvariyi yere düşürüyor. Yere düşen süvari çok sinirleniyor, atını ürküttüğü için oduncuya hakaret ediyor, saldırıyor. Odunlar bir tarafa, oduncu bir tarafa yığılıveriyor. Süvari atına atlayıp gideceği esnada oduncu koşarak atın dizginlerini yakalıyor ve: Benim yüzümden attan düştün. Üstün başın toz toprak oldu. Özür dilerim, beni affet, diyor ve hakkını helal etmezsen vallahi atını bırakmam, diyerek sıkı sıkıya dizginlere yapışıyor. Süvari şaşırıyor, adamın ısrarı üzerine de:Bırak atımı! Tamam helal ettim. Allah müstehakını versin, deyince oduncu atı salıyor. Atlı yoluna devam ederken, oduncu da odunlarını toplamaya koyuluyor.”
Gavs k.s. Hazretleri, fakir oduncunun hikayesini anlattıktan sonra şöyle buyuruyorlar: “İşte Allah yolu böyledir. İnsan sabırlı olmalı. Kendisine zulmeden olursa onu Allah'a havale etmesi daha makbuldür. Allah'ın kuvveti insanınki gibi değildir. Affetmek çok büyük bir meziyettir. Bakın Alemlerin Rabbi, affedici davrananları nasıl methediyor: ‘O takva sahipleri, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.' (Ali-İmran 134)
“Odunculukla geçimini sağlayan, fakir, kendi halinde bir köylü, omuzunda bir ip, gecenin son vaktinde evinden ayrılıyor. Köyün yakınındaki köprüyü geçip suyun başında abdestini alıyor. Vakit girdiğinde önce sabah namazının sünnetini kılıyor, şafak iyice sökünce de farzını eda ediyor. Namazdan sonra oturup zikriyle meşgul oluyor. Güneş doğduktan sonra ormana girip odun toplamaya başlıyor. Bir müddet sonra topladığı odunları sırtlayıp yola koyuluyor. Tam köprünün üzerine geldiğinde, öbür taraftan da bir atlı çıkıveriyor. At, odun yüklü adamdan ürkerek sırtındaki süvariyi yere düşürüyor. Yere düşen süvari çok sinirleniyor, atını ürküttüğü için oduncuya hakaret ediyor, saldırıyor. Odunlar bir tarafa, oduncu bir tarafa yığılıveriyor. Süvari atına atlayıp gideceği esnada oduncu koşarak atın dizginlerini yakalıyor ve: Benim yüzümden attan düştün. Üstün başın toz toprak oldu. Özür dilerim, beni affet, diyor ve hakkını helal etmezsen vallahi atını bırakmam, diyerek sıkı sıkıya dizginlere yapışıyor. Süvari şaşırıyor, adamın ısrarı üzerine de:Bırak atımı! Tamam helal ettim. Allah müstehakını versin, deyince oduncu atı salıyor. Atlı yoluna devam ederken, oduncu da odunlarını toplamaya koyuluyor.”
Gavs k.s. Hazretleri, fakir oduncunun hikayesini anlattıktan sonra şöyle buyuruyorlar: “İşte Allah yolu böyledir. İnsan sabırlı olmalı. Kendisine zulmeden olursa onu Allah'a havale etmesi daha makbuldür. Allah'ın kuvveti insanınki gibi değildir. Affetmek çok büyük bir meziyettir. Bakın Alemlerin Rabbi, affedici davrananları nasıl methediyor: ‘O takva sahipleri, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.' (Ali-İmran 134)
Teveccüh
Gavs-ı Kasrevi Seyyid Abdülhakim Hüseynî hazretlerinin teveccühte söylediği bazı şiirlerin manaları:
"İlâhî, bizi kurtar senin muradına aykırı işlerden.
Onların bizi meşgul etmesine izin verme.
Eşyanın hakikati neyse göster gözlerimize.
Yani dünyayı anlaşılır kıl bize.
Sevgi nedir, neye olmalıdır, aslı nedir âşina eyle fikrimize.
Çünkü her şeyin hakikisini görmek Allah'ı bulmaya yardımcı olur.
Dünyanın fâni olduğunu bilen bâki olanı düşünür, İnsanların mahkum olduğunu bilen, hâkimi düşünür.
İlâhî, bizlere hakkı hak olarak gösterip ona uymayı, bâtılı bâtıl olarak gösterip ondan kaçmayı nasip eyle."
"İlâhî, bizi kurtar senin muradına aykırı işlerden.
Onların bizi meşgul etmesine izin verme.
Eşyanın hakikati neyse göster gözlerimize.
Yani dünyayı anlaşılır kıl bize.
Sevgi nedir, neye olmalıdır, aslı nedir âşina eyle fikrimize.
Çünkü her şeyin hakikisini görmek Allah'ı bulmaya yardımcı olur.
Dünyanın fâni olduğunu bilen bâki olanı düşünür, İnsanların mahkum olduğunu bilen, hâkimi düşünür.
İlâhî, bizlere hakkı hak olarak gösterip ona uymayı, bâtılı bâtıl olarak gösterip ondan kaçmayı nasip eyle."
Velilerin güzel halleri
Gavs hazretleri bir gün Sa'di-i Şîrâzî'den bahsetmişti. "Büyük bir Allah dostudur" demişti.
"Bir gün hamamdaki bazı insanların tas içerisindeki bizim bildiğimiz kilden çamuru sakallarına ve yüzlerine sürdüklerini görmüş. Şeyh Sa'dî çamurun o kadar güzel koktuğuna şahit olmuş ki dayanamayıp hal diliyle sormuş, "Ey kil, bu izzet, bu şeref sana nereden geldi? Bu güzel koku sana nereden bulaştı? Senin güzel kokundan mest oldum. Misk misin? Amber misin? Bu nedir böyle?" Çamurdan tas da yine hal diliyle cevap vermiş, "Ben hakir bir toprak idim. Lâkin bir müddet gül ile beraber kaldım. Onun izzetinden bana da kemal bulaştı. Bende ki bu azizlik ve şeref, onunla kısa bir süre de olsa beraber olmamdan, sohbet etmemden hâsıl oldu. Ama yine de hor ve hakir bir toprağım." Gavs hazretleri bunu anlattıktan sonra ekledi, "İnsan, Allah dostlarıyla ve sevdikleri ile beraber olursa o velilerin güzel halleri bu misalde olduğu gibi insana bulaşır."
"Bir gün hamamdaki bazı insanların tas içerisindeki bizim bildiğimiz kilden çamuru sakallarına ve yüzlerine sürdüklerini görmüş. Şeyh Sa'dî çamurun o kadar güzel koktuğuna şahit olmuş ki dayanamayıp hal diliyle sormuş, "Ey kil, bu izzet, bu şeref sana nereden geldi? Bu güzel koku sana nereden bulaştı? Senin güzel kokundan mest oldum. Misk misin? Amber misin? Bu nedir böyle?" Çamurdan tas da yine hal diliyle cevap vermiş, "Ben hakir bir toprak idim. Lâkin bir müddet gül ile beraber kaldım. Onun izzetinden bana da kemal bulaştı. Bende ki bu azizlik ve şeref, onunla kısa bir süre de olsa beraber olmamdan, sohbet etmemden hâsıl oldu. Ama yine de hor ve hakir bir toprağım." Gavs hazretleri bunu anlattıktan sonra ekledi, "İnsan, Allah dostlarıyla ve sevdikleri ile beraber olursa o velilerin güzel halleri bu misalde olduğu gibi insana bulaşır."
Cezbe
Gavs hazretlerinin bir özelliği de kurban, cemaate sohbet ederken birden konuyu değiştirip birkaç cümle söylerdi ve geri az önceki sohbet konusuna dönerdi, o arada söylediği birkaç cümle mutlaka cemaatten birinin ihtiyacı olan cümleler olurdu. Sözün muhatabı anlardı sözün kendisine söylendiğini...
Bir gün Gavs hazretleri sohbet ederken benim kafamda , sakal ve cezbe meseleleri vardı. Gavs hazretleri normal sohbetini bölerek, "Bazı insanlar sakal bırakıyorlar ama o sakalın amelini yapmıyorlar" dedi."Böyle olmaktansa kişinin sakal bırakmamış olsa da ameline devam etmesi onun için daha hayırlı olur." Gavs hazretleri, "Cezbe de iyidir" dedi, "Cezbe iyidir lâkin kesilince bazı insanlar ibadetten soğuyor. Halbuki cezbe kesilse de amel etmeye devam etmeli. Amelini bırakınca o olmuyor!"
Başka bir sohbetinde. "Bir insan doktora gittiğinde doktor ona hastalığının şiddeti kadar ilaç veriyor. Eğer ilacı fazla verirse adam ölür, ama az verirse de adam iyileşmez. Sâdâtın cezbesi de böyledir. Sâdât-ı Kirâm herkese farklı farklı cezbe verir. Bazıları bağırır çağırır, bunlar cezbedir. Bu cezbelere münkir olana da yazıktır. Münkirlik iyi bir şey değildir. Bu cezbe Allah [celle celâluhû] tarafındandır, sâdâtların nazarlarından, himmetlerindendir” dedi.
Bir gün Gavs hazretleri sohbet ederken benim kafamda , sakal ve cezbe meseleleri vardı. Gavs hazretleri normal sohbetini bölerek, "Bazı insanlar sakal bırakıyorlar ama o sakalın amelini yapmıyorlar" dedi."Böyle olmaktansa kişinin sakal bırakmamış olsa da ameline devam etmesi onun için daha hayırlı olur." Gavs hazretleri, "Cezbe de iyidir" dedi, "Cezbe iyidir lâkin kesilince bazı insanlar ibadetten soğuyor. Halbuki cezbe kesilse de amel etmeye devam etmeli. Amelini bırakınca o olmuyor!"
Başka bir sohbetinde. "Bir insan doktora gittiğinde doktor ona hastalığının şiddeti kadar ilaç veriyor. Eğer ilacı fazla verirse adam ölür, ama az verirse de adam iyileşmez. Sâdâtın cezbesi de böyledir. Sâdât-ı Kirâm herkese farklı farklı cezbe verir. Bazıları bağırır çağırır, bunlar cezbedir. Bu cezbelere münkir olana da yazıktır. Münkirlik iyi bir şey değildir. Bu cezbe Allah [celle celâluhû] tarafındandır, sâdâtların nazarlarından, himmetlerindendir” dedi.
İrşad
Gavs hazretleri bir sohbetinde, "Bize gelsinler, Allah rızası için tövbe alsınlar. Gelirken bizim lezzetli çorbamıza, kılık kıyafetimize, sarığımıza âşık olarak değil; sadece Allah rızası için, günahlardan kurtulmak için gelsinler. Burada Allah'ın rızasını gözeterek teslim olsunlar, tövbe etsinler. Eğer tövbe ettikten sonra işlerinde, aşlarında, eşlerinde, hayatında bir değişiklik olmuşsa yola devam etsinler, bizden ayrılmasınlar. Ama eğer bir değişiklik olmamışsa bizim hakkımız onlara helâl olsun, gitmekte serbesttirler" diye buyurmuştu.
Gavs hazretlerinin bir sohbetini dinlemiştim. "Sâdât-ı kirâmın nazarı kalbe şifadır" dedi Gavs hazretleri. "Bir kimse, dünyalık hiçbir dava olmaksızın, sırf yüce Allah'ın rızası için Şah-ı Hazne'nin yanına haftada bir defa olmak üzere beş ay gidip gelse kalbinde hiçbir çizik kalmaz." Evet, Gavs hazretleri aynen böyle söyledi...
"Bir mürşid-i kâmil, arkasında kendisinden daha salahiyetli bir vâris bırakmazsa Allah [celle celâluhû] indinde bundan mesul olur." "Şah-ı Hazne bir gün sohbet etmişti bize. Demişti ki: 'Rabbü'l-âlemîn Şah-ı Hazne'yi çok büyük yaptı. Rabb'inin izniyle Şah-ı Hazne bir kıtayı fethetti. Âlemlerin Rabb'i külli şey'in Kâdir'dir. Şah-ı Hazne'den sonra öyle büyük bir maneviyat pehlivanı kalkacak ki o, bütün dünyayı fethedecektir.' Keşke onun zamanına yetişsek de bir hafta müridi olabilsek..."
Gavs hazretlerinin bir sohbetini dinlemiştim. "Sâdât-ı kirâmın nazarı kalbe şifadır" dedi Gavs hazretleri. "Bir kimse, dünyalık hiçbir dava olmaksızın, sırf yüce Allah'ın rızası için Şah-ı Hazne'nin yanına haftada bir defa olmak üzere beş ay gidip gelse kalbinde hiçbir çizik kalmaz." Evet, Gavs hazretleri aynen böyle söyledi...
"Bir mürşid-i kâmil, arkasında kendisinden daha salahiyetli bir vâris bırakmazsa Allah [celle celâluhû] indinde bundan mesul olur." "Şah-ı Hazne bir gün sohbet etmişti bize. Demişti ki: 'Rabbü'l-âlemîn Şah-ı Hazne'yi çok büyük yaptı. Rabb'inin izniyle Şah-ı Hazne bir kıtayı fethetti. Âlemlerin Rabb'i külli şey'in Kâdir'dir. Şah-ı Hazne'den sonra öyle büyük bir maneviyat pehlivanı kalkacak ki o, bütün dünyayı fethedecektir.' Keşke onun zamanına yetişsek de bir hafta müridi olabilsek..."
Şeyh Çarpmaz
Gavs hazretleri sohbet ederken bir ihtiyar amca araya girip, "Siz ümmet-i Muhammed hep gelsin, tövbe edip tarikata girsin istiyorsunuz. Bu gelip tarikata girenler memleketlerine döndüklerinde tövbelerini tutmazlarsa çarpılmazlar mı, fayda yapalım derken zarara girmiş olmazlar mı?" diye soruverdi.
Gavs hazretleri tebessüm etti o ihtiyara dedi ki: "Yok öyle değil. Tarikat insanı çarpmaz. Şeyh insanı çarpmaz. Böyle bir cezalandırma olacaksa onu Allah yapar, şeyh çarpmaz böyle bir şey yoktur. Yalnızca bazı mürşid-i kâmiller çok halimdirler. Müridin manevi haline vâkıf olduklarında onun nefsinin ıslah olması için Allah Teâlâ'ya dua ederler. Baktı ki tövbesine sadık değil ve ümmet-i Muhammed'e zarar veriyor, o zaman Allah'a ya Rabbi bu kulunun ıslahı mümkünse ıslah et diye dua ettiğinde Cenâb-ı Hak dilerse onu cezalandırır. Yoksa bunu şeyh yapmaz haşa. Bir kişi Allah'a tövbe eder de tövbesinin üzerinde durmazsa eğer şeyh, şeyh-i kâmil ise duası makbuldür. Siz tarikata girdiğinizde biz de dua ediyoruz. 'Yâ Rabbi bu kulun sana yöneldi bunun günahlarını affet. Şeytanı, nefsi bundan uzak tut. Allah yoluna sarılıp günahtan kurtulsun' diye dua ediyoruz. Mevlânâ [kuddise sırruhû] nasıl demiş, 'Bin defa tövbeni bozmuş olsan yine gel!' Bu kapılar da aynısını söylüyor. Günahkâr olan gelip yine tövbe tarikat alabilir. Fakat günahın alışkanlık haline getirilmemesi lazımdır."
Gavs hazretleri tebessüm etti o ihtiyara dedi ki: "Yok öyle değil. Tarikat insanı çarpmaz. Şeyh insanı çarpmaz. Böyle bir cezalandırma olacaksa onu Allah yapar, şeyh çarpmaz böyle bir şey yoktur. Yalnızca bazı mürşid-i kâmiller çok halimdirler. Müridin manevi haline vâkıf olduklarında onun nefsinin ıslah olması için Allah Teâlâ'ya dua ederler. Baktı ki tövbesine sadık değil ve ümmet-i Muhammed'e zarar veriyor, o zaman Allah'a ya Rabbi bu kulunun ıslahı mümkünse ıslah et diye dua ettiğinde Cenâb-ı Hak dilerse onu cezalandırır. Yoksa bunu şeyh yapmaz haşa. Bir kişi Allah'a tövbe eder de tövbesinin üzerinde durmazsa eğer şeyh, şeyh-i kâmil ise duası makbuldür. Siz tarikata girdiğinizde biz de dua ediyoruz. 'Yâ Rabbi bu kulun sana yöneldi bunun günahlarını affet. Şeytanı, nefsi bundan uzak tut. Allah yoluna sarılıp günahtan kurtulsun' diye dua ediyoruz. Mevlânâ [kuddise sırruhû] nasıl demiş, 'Bin defa tövbeni bozmuş olsan yine gel!' Bu kapılar da aynısını söylüyor. Günahkâr olan gelip yine tövbe tarikat alabilir. Fakat günahın alışkanlık haline getirilmemesi lazımdır."