TARİKAT ADABI
Sidkıyye ve Nakşibendiyye tarikatı demek, sünneti ihya edip bid'atları terk ederek temizlenmek ve methanetli bir şekilde zikr etmektir. Şöyle de tarif edilir:   Günahları terk edip ihlâs üzere emir ve hükümleri yaparak zatı pak, akdes, Teâlâ'ya müteveccih olmaktır.  
Ehli Sünnet vel Cemaat'ın itikadina, usul ve kâidesine göre itikad edip yine Ehli Sünnet vel Cemeat mezhebiyle amel etmektir. Bunlar olmadan seyri sülük olmaz.    Nakşibendi tarikatı halis niyetle ibadete devam etmektir. İzzet,  zillet hepsi Allah'tandır. Kısacası Nakşibendi tarikatı zati muhabbetten ibarettir.    Bu tarikatta az amelle büyük fütuhatlar gerçekleşir   Biz şerîat neyi emrediyorsa onu yapmakla mükellefiz. Neyi de yasak kılmışsa onu da yapmamalıyız. Yalnız, bakınız şeriatı öğrendikten sonra, insan bir mürşidi kâmilin elinden tutup, ona intisab edip, ondan istifade etmesi lazımdır. Zira mürşid, kâmil değilse sâlik hak ve bâtılı birbirinden ayıramaz. İkisini birbirinden ayırması zordur. Bir mürşidi kâmili bulduktan sonra kişi O'na tam teslim olmazsa, fayda görüp hatalarını müşahede edemez. Tarikat amellerini bitirip maksad hasıl olana kadar mürşidi kâmilin izinden, O'nun dua, himmet ve işaretiyle gitmek en kolay yoldur ve en tehlikesizidir.  
Bizim yolumuza giren bir mürid tövbe edince, Allah Teâlâ onun ervahı yanında mürşidinin de ervahı ile kendisine güç verir. Bu sayede mürşid, müridin kalbine tasarrufatta bulunur.
En iyi dostun ayıplarını sana gösterir ve seni Allamül Guyüb olan Allah'a teşvik eder. Yani Allah erenleri ki, mürşitler bekabillah mertebesinde olduklarından şuunati Rabbani ve tecelliyat üzerindedirler. Böyle olduğu için seni erişemeyeceğin yere eriştirir ve Allah'a yönelmeye teşvik ederler. Bu teşvik sözle olmasa dahi, o kimselerin yanına varan Allah'ı hatırlar ve dolayısıyla kulluğu gönlüne düşer. Bir kul olarak vazifelerini yapmak iştiyakı kendinde belirir. Gaybı bilmek için gaib olmayanda gaib olmak gerekir. Yani Allaamü'l Guyüb olan Allah-i Teala'ya vasıl olabilmek, marifetullaha vakıf olabilmek için, bir çok makamatı geçmiş rücü etmiş, temkin üzere olan mürşid elini tutmak, bey'at edip onda fani olmak gerekmektedir. Salike lazım olan odur ki vakte kadar itibar ve ibadetle tamir, hali hazırda olan şeriata Peygamberiyyeye uymaktır. Zira Peygamber (A.S.) efendimizin varisleri, ol mübareğin nurunu aksettirdiklerinden dolayıdır ki nuru Muhammedi'yi gönüllere sunarlar. Ebdal, beseriyetten mübdel olan zevatlardır. Ola ki ümmeti Muhammed içerisinde onlara bedel olabilecek bazı zevat vardır ki onlara ebdal denir.   Bakınız, bir eczacıyı düşünelim, bu kişi envai çeşit otları bilir, bunlardan nasıl ilaçlar yapılacağını, bu ilaçların hangi hastalıklara yararlı olacağını da bilir. Hatta çoğu zaman doktorlara da bilgi verir. Doktorlar da bazı zamanlar bu bilgilerden esinlenerek teşhis etikleri hastalıklara bu ilaçları verirler. Ama eczacı çoğu kez bir hastalığı teşhis edemez, reçete olmaksızın bir hastaya bazı ilaçları veremez, verdiği takdirde ilâcı parasız dahi verse eğer ki hasta zarar gördüyse eczacı cezalandırılır. Ayrıca bakınız, bir doktor çoğu kez kendi filmini çekemez. İki omuzu arasında bir yara olsa onu tedavi edemez. Alimleri de böyle kıyas etmek lâzımdır. İnsan âhiret yolunda evvela avȧmdır. Kendisini mâsivâdan kurtarması çok zordur. Oğlun dahi olsa, ehil değilse bir hastalığından mütevellit ameliyat lâzım gelse ona yaptırmazsın. İşin mütehassısını ararsın. Mürşitler ehil kişilerdir. İzni ilâhî ile insanları gafletten kurtarıp, yönünü Hak'ka döndürürler. Bakınız, devrimizde vaaz ve nasihat dinleyip hidâyete gelen çok az kişi vardır. Ama Şeyhler daha çok kişinin hidayetine vesile olurlar. Zamanımızda mutasavvıflar az olduğu için, insanlar isyana daha fazla düşmüştür. İrşad ehli zâtlar devrimizde azdır.  Şeriati tatbik etmek tarikattır. Her ne kadar şeyh, müridin haline vakıf ise de, lâkin şeriat zâhire göre hükmeder. Şeyh, müridine hal ve keşiflerle bakmaz. Ancak tarikata ve zâhiri edeblere bakarak onlara göre muamele eder.  Biz Hazne'de bulunduğumuz sürece Şahı Hazne (K.S.) bize hiç iltifat etmezdi. Bir ay kaldığım zamanda bile ancak bir kaç kelâm ederdi. Bu hale çok üzülürdüm. Bir gün yine bu düşünce ile mahzun bir haldeydim. O sırada Şahı Hazne (K.S.) bize şöyle sohbet yaptı: «Mürşidin zahirdeki iltifatına gönül bağlayan kişinin maneviyattan nasibi azdır. Müridin teslimiyeti kemâl bulup mürşidinden feyz ve himmet alabilme liyâkatine sahip olduğu zaman mürşid; o müride zahiren iltifat etmez.»  Şahı Hazne (K.S.) bu sohbeti yaptığı zaman kalbim inşirah buldu, gönlüme sükûnet hasıl oldu, vesvese de gitti. Bende öylesine güçlü bir yakin hasıl oldu ki: «Allah'a sonsuz hamd-ü senâ olsun dedim.»  Şahı Hazne (K.S.) hâlimize vâkıf imiş. Şeyhimin bu büyüklüğü beni hizmete sevketti.   Bir zaman sonra tekrar beni eski düşünceler sardı. «Ben bu kişilerin arasına lâyık bir müslüman değilim, artık buralardan gideyim» dedim. Şahı Hazne (K.S.) yatsı na mazını kılıp evine giderken ben de peşinden gittim. Beni görünce durdu, «bir müşkülün mü var?» dedi. «Evet kurban, müşkülüm var» deyince:  Söyle bakalım nedir? diye sordu.  Kurban, gönlüme buralardan gitmek düşüncesi geliyor.   Gitsen nereye gideceksin?  Kurban, başımı alıp gideceğim. Nefsime bakıp, kendimi müslüman olarak görmüyorum. Bu haldeki bir kişinin böyle müslümanlar arasında ne işi var? Ben buraya lâyık değilim.   Şah-ı Hazne (K.S.) yüzünü benden çevirip farsça olarak şu beyti okudu:  «Tâ kâfir neşevi, mü'min neşevi.» Yâni «kâfir olunmadan mü'min olunmaz» demek istedi. İnsan kendi nefsini kâfirinkinden daha aşağı bilmezse hakiki mü'min olamaz.  Şahı Hazne (K.S.)'nin sözlerinin bereketiyle havâtır ve düşünceler benden izâle oldu.  Bütün amellerden maksat Allah (C.C.) 'tır. Benim kanatimce Hazne yakında üzerine toz değen kişiyi Cehennem ateşi yakmaz, itirâz ederseniz size derim ki; Peygamber (S.A.V.) bir harp dönüşü buyuruyor: «Biz küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.» Sahabe-i Kiram (R.A.) itiraz ettiler. Amir Peygamber (S.A.V.); «Evet, o cihad, nefis ve şeytanla olandır» buyurdu. Diğer bir hadis-i şerifte: «Allah yolundaki cihadın tozu ile cehennem dumanı bir kişide bulunmaz.»  buyurmuştur. Hazne yolculuğundan çeşitli meşakkatlere katlanan bir insanın niyeti; nefis ve şeytanın esiri olmayıp, sâlih bir müslümanlık için dir, bu gayret «cihad-ı ekber» dir. Benim kanaatimce Şah-ı Hazne (K. S.)'nin ekmeğini yiyen cehenneme girmeyecektir. Eğer benim yetmiş senelik amelim olsa Şah-ı Hazne (K.S.)'nin ekmeğini amelimden üstün tutarım
Zikir
Necmeddin Okyay
Bakınız, bu milletin başına ne geldiyse gafletten geldi. Şah-ı Hazne (K.S.) gaflet kadar hiçbir kötü illet yoktur, derdi. Kimin başına ne geldiyse nefsinin hilelerinden gafil kaldığı için gelmiştir. Bir kişi kendi kuvveti ile gafleti terk edemiyorsa edebe riayet etsin. Şöyle ki, Rabbim her an her yerde beni görüyor, diye nefsini zorlamalıdır. Cünüb dahi olsanız, kalben Allah Allah diye zikrediniz. Bakınız Sultanlar bir beldeye gittiler mi o beldenin ileri gelenlerini perişan ve zelîl ederler. Siz kalbi bir şehir olarak düşününüz. Zikirde sultandır.Sultan olan zikir kalbte tecelli ettiği an gafleti vesveseyi vb. vehmi yok eder.    Allah bize bizden daha yakındır. İnsan ise ne kadar hayâsızdır. Çünkü Allah'ın huzurunda O'na isyan ediyor. Allah (C.C.) ise ne kadar halimdir ki, âsî günahkârı tevbeye çağırıyor.        Gavsı Bilvanisi (K.S.) bu konuda şöyle buyuruyor:  Zikir esnasında «ilahi ente maksûdî ve rızake matlûbi» demek lazımdır. Çünki  sâlik kendi diliyle, ey Allah'ım, amelimde yalancı olduğumu itiraf ederim, ey Rabbim Sen'den başka maksadım yoktur, demesi lâzımdır. Çünkü şeytan ve nefsin arzuları kişiyi ihlâstan uzaklaştırır.  Sâlik zikre başlarken nefsi keşif ve kerameti talep eder. Eğer ki nefis bu arzusuna nail olmazsa insanı ümitsizliğe düşürür. Ümitsizlik ise insana tembellik verir. Bu hale düşen kişi zikri terkeder. Salik ancak «ilahi ente maksûdî» demekle kendisini nefsin bu hilelerinden kurtarır  Eğer sâlik, ibadet ve zikrin semeresini görürse, bu takdirde şeytan ve nefs ona gurur ve kibirlilik verir. Onun kalbine şöyle vesveseler verir: Sen artık keşif keramet sahibi kimse oldun, şeyhini geçtin diye şeyhinin kusurlarını araştırmaya sevk eder.  Sâlik bu hastalıklardan da «ve ridake matlûbî» demek ile kurtulur.   Salikin zikirdeki niyet ve maksadı şu olmalıdır: Ey Rabbim, ben Seni bana ihsan etmiş olduğun nimetlerden dolayı zikretmiyorum. Benim gaye ve maksadım Senin rızandır. Gerek ben ve gerekse yapmaya çalıştığım amellerimde, bütün mahlûkat da Senin mülkündür. Mülk, malikinden bir şey talep edemez. Sâlik böyle demekle Allah-ü Teâlâ' nın zatı muhabbetini her türlü nimetlere tercih edip onu ister.   Bir kişi, günlük virdlerini vakit namazlarının arkasından yapsın.Sabah namazından sonra yaparsa çok efdaldir. Yalnız, akşam namazı sonrası râbita vaktidir, o vakit hariç..
Sohbet
Menzil, Bedesten
Gavs'ı Bilvanisi (K.S.) bir gün, Piri Tahi'den (K.S.) rivayet edip şöyle buyurdular:  Cahillerde itikat kuvvetlidir, ihlas zayıftır. Alimlerde ise itikad zayıf, ihlâs kuvvetlidir. Eğer ki âlimler, avam gibi mürşidine inanıp teslim olsa kısa zamanda Allah'a ulaşır. Sakın sizler âlim olsun cahil olsun kimseyi sohbetten men etmeyin. Yalnız ne yazık ki bazı kimseler sohbet meclislerine gitmiyorlar, sohbetten sakınıyorlar. Bazı kimselerde dervişlerle oturmaktan kaçınıyorlar, onlarla oturmayı tercih etmiyorlar. Halbuki Allah-ü Teâlâ, dervişlerin meclislerine daha fazla feyiz ve bereket yağdırır.  O meclislerde Hz. Ali (K.V.) himmet eder, yer hazırlayıp manevi minderler döşer. Hz. Hızır (A.S.) da o meclislerde saki olur. Binaenaleyh dervişlerin meclislerinden daha yüksek bir meclis yoktur.  Samimiyetle yedi müslüman kemâl-i edeble oturup sohbet etse, o an kalbler birleşir. Bir veli, bir pîr kadar feyiz alırlar. İçlerinden birisi kuvvetli bir rabita ile mürşide bağlansa, mürşidden aldığı ilâhî feyiz kalblerden masivayı temizler, o, ehli rabıta olan kişiden diğerlerine sirayet eder. Ama ne fayda ki asrımızda gaflet çok ilerlemiştir. Ciddi rabitaya muvaffak olan çok feyiz alır.  Mürşidin huzurunda kuvvetli rabıta ciddi dinlemekten ibarettir. Gıyabında ise şeyhi kendi yerine koyup, ondan dinler gibi dinletmek veyahut da şeyhini konuşanın yerine koyup samimiyetle dinlemek gerekir. Bu rabıta çok elzemdir, umum faydalar bundan olur.  Şeyhinizin karşısında uyanık olarak oturun, onun konuştuğu kelimeleri zapt edin, işaretlerine dikkat edin. Şeyhinizin yüzüne bakmayın, şeyh sizin yüzünüze baksın.  
Hatme-i Hacegan
Menzil Camii Avize
Bana bugün ümmet-i Muhammed için en nâfi bir deva ve en tesirli bir tiryak hükmünde olan bir amel-i saliha tavsiye et deseler, hatm-i hâcegânı tavsiye ederim. Zira hatm-i hâcegânın reis-i maneviyesi, Resûl-i Ekrem Efendimiz'dir [sallallahu aleyhi vesellem]. Hatm-i hâcegânda hem zikir hem dua hem rabıta hem teveccüh vardır. Efendim, bizler hatm-i hâcegâna iştirak ediyoruz. Sâdât-ı kirâm hazaratı da hatm-i hâcegân meclislerine ziyadesiyle ehemmiyet atfediyorlar. Acaba hatm-i hâcegân bize ne gibi faide hâsıl eder?" diye sual tevcih edildi.  Gavs-I Kasrevî Şeyh Seyyid Abdülhakim Hüseynî [kuddise sırruhû] bu suale şu şekilde cevap irat eylediler:  "Hatm-i hâcegânın faidesi pek ziyadedir. Zira hatm-i hâcegânın reis-i maneviyesi Resûl-i Ekrem Efendimiz'dir [sallallahu aleyhi vesellem). Silsile-i şerif kıraat edilmeye  başladıktan sonra, Resûlullah Efendimiz [sallallahu aleyhi vesellem) başta olmak üzere  bütün meşâyih-i kirâmın ruhaniyet-i peygamberiye başta olmak üzere, diğer bütün meşâyih-i kirâmın ruhaniyeti o halka-i şerife teşrif buyururlar. İhvan, içtima ederek hatm-i hâcegân icra etmenin efdaliyyet ve ehemmiyyetini agâh olsalardı, alîl ve zelil bir duruma düçaren dahi olsa yine de hatm-i hâcegana iştirak ederlerdi. Zira hatm-i hâcegânın  reis-i maneviyyesi, Resûl-i Ekrem Efendimiz'dir (sallallahu aleyhi vesellem). Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem), bu meclis-i maneviyyeye manen teşrif buyurur ve hâzirunun arzu hallerine icabet  buyurması için Allah Teâlâ Tebâreke ve Tekaddes hazretlerine hususen dua eder. Resûl-i Ekrem Efendimiz'in [sallallahu aleyhi vesellem] huzur-ı ilâhiyyeye arzettiği dua elbette ki kabule sezâdır?"
Rabıta
Menzil Camii Kapısı
Şeyhi yanına gelmeyen, sık sık şeyhinin yanına gider. Hayali ile ona yalvarır. Şeyhinin oturmasını, kalkmasını, hâl ve hareketlerini hayaline getire getire şeyhinin emirlerini yapar, yasaklarından sakınır. Akıl ve hayali ile şeyhin yanına gider, gelir.   Müridin istikameti ne kadar düzelirse, sevgisi de o kadar artar. İstikametin doğruluğundan ihlâs ve muhabbet doğar. O zaman, üstad yüzündeki perdeyi kaldırır. Mürid, nerede olursa olsun, şeyhini görür hiç aramaz.Rabıtanın düzelmesi için, tövbe çok faydalıdır. Hakiki bir tövbe, tam istikamete sirayet eder. İstikamet tamam olduktan sonra, şeyh muhibbinden ayrılmaz.   Şah-ı Hazne (K.S.) kime ne verdiyse onu geri almaz. Vefatından sonra, kıyamete kadar da müridlerini terketmez.  Bakınız, hayali de olsa, teslim, ihlâs ve muhabbet kemal oluncaya kadar rabıta tam manasıyla düzelmez. Bunların azalmasında rabita bozulur, çoğalmasında ise düzelir.  
Hizmet
Biz Sana Apaçık Bir Fetih Verdik
Hizmet için gittiğiniz yörelerde kat'i sûrette bir çorap dahi almayınız. Aldığınız takdirde sevabınızı peşin aldınız demektir. O zaman bir daha bize gelmeyiniz. Allah'a ve halka hizmette, âhiret sevabından başka bir talebiniz olmasın. Sadatlar, halkı sizin süretinize girip irşâd ederler. Sakın halkta meydana gelen inkişafı kendinizden bilmeyin. Halkın hidâyete olan talebini kendinizden bilirseniz, o an tarikattan merdûd olursunuz.Bizden hiç bir şey yoktur, her şey Şah-ı Hazne (K.S.) ve Hazret (K.S.) 'tendir. Onlar bizim sûretimizde halkı irşâd ediyor; avam tabakası da onları biz biliyor.Şu kişi hidâyete erdi, şuna şöyle dedim, önceki hâli başkaydı, şimdi başka oldu, şeklinde tebliğde bulunmayın. Bunun akıbeti kötüdür. His ve hayâle kapılmadan Şah-ı Hazne'den (K.S.) bahsedin, muâsır meşayıhın şereflerini koruyun! Halkın övmesini de sövmesini de hiç önemsemeyin.   Şah-ı Hazne (K.S.) 'nin dergâhında, hizmet ederken bir emir geldi. «Bütün sofiler pamuk çırpısı toplasın!», ben niyet ettim: «Ya Rabbi inşallah ben de sofilerden sayılırım.» Bu niyet ve düşünceyle ben de sofilerin içerisinde gittim.   Ertesi gün tekrar emir geldi. «Hocalar çırpı toplamaya gitsin.» Ben aynı niyetle «Hocalardan sayılırız inşallah» diyerek gittim. Başka bir günde «talebeler çırpı toplasın» diye emir geldi. Ben yine aynı niyet ile gittim. Yine bir başka günde «köy halkı çırpı toplamaya gitsin» dendi. Ben «inşallah Şahı Hazne'nin köy halkından sayılayım» diyerek gittim. Bu çalışmalardan sonra parmağım yara olmuştu. Şiddetli acı duyuyordum. O akşam bir kilim bir de hasır alıp, sofilerin ayak ucuna yattım. Biraz sonra bir sofi gelip, kilimi üzerimden aldı. «Şahı Hazne' nin sofisidir, benden daha çok ihtiyacı vardır» deyip uyumaya çalıştım. Parmağımdaki acıdan uyuyamıyordum. Bir zaman sonra bir sofi daha geldi, hasırı almaya çalışıyordu, ben de «Şah-ı Hazne (k.s.) 'nin sofisidir daha fazla ihtiyacı vardır düşüncesiyle kendimi uyuyormuş gibi yapıp, vücudumu döndürdüm. O da hasırı hemen çekip aldı. Kuru bir zemin üzerinde «ben bu kapıya lâyık değilim» deyip mahzun bir şekilde sabahı ettim.
Allah (c.c.)'ın yolu nasılsa insan öyle anlatmalıdır. İtiraz edip buna darılan, darılsın, hangi büyük kayayı isterse kafasını ona vursun.
Mürid Edepleri
Merkad ı Şerif İç Kısım ( Menzil )


 Hazne'ye gideceğimiz zaman ev halkı ağlardı. Çünkü hududtan geçenlerin çok azı geri dönmekteydi. Üstelik gidiş dönüş de çok uzun sürerdi. Bütün bunlara rağmen şu kararı verdik: Eğer bu yoldan vaz geçersek şeytan imanımızı çalar. Devam ettiğimiz takdirde olsa olsa canımız gider. İmanımızı kurtarmak için canımızdan vazgeçtik. Takdîri ilâhî ve Şahı Hazne'nin himmeti ile iki kişi hariç bu yolda bize bir şey olmadı. Şahı Hazne bize kaçakçılık yapmayın derdi; bizde yapmadık. Bu iki kişi kaçakçılık yaptığı için başlarına belâ geldi. Hududta öldürüldüler.

Şu üç usûlü tatbik etmek müride elzemdir:
A- Itikad zayıf da olsa cüz'i iradeyi kullanarak tarikat edebine riayete çalışmalıdır. Eğer kalbinde ben bunu yapayım da halk beni beğensin, diye bir gayesi olsa, aklen ve şer'an merdud'dur, haramdır. Insanın olduğu gibi görülmesi kendisi için iyidir. Çünki, tedavi olması kolaylaşır.  
B -Halk bana ittiba etsin diye, şeyhine riayet edinmeyi gaye edinmek ile edebler tahsil ederse, şer'an makbuldür. Lakin ben de bazı meşayih gibi böylelerini sevmiyorum. Çünkü, böyle halde semere vermez.  Müridin gayesi şöyle olmalıdır:  Ben bu yolu öğreneyim ve ona göre amel edeyim. Bakınız şu lâmba yanıyor biz faydalanıyoruz, ama kendisine bir faidesi olmuyor.
C - Mürid nefsinin kusurunu itiraf edip, şeyhinin azamet ve büyüklüğünü idrak etmelidir. Mürid, kedinin aslandan korktuğu gibi, seyhinden korkmalıdır. Şeyhinin gıyabında da, huzurunda olduğu gibi korkmalıdır. Şah-ı Hazne (K.S.), böyle hareket edenleri sever. Şah (K.S.)'ın meclisi çok güzeldi, her an şeriat tatbik edilirdi.

Mürid, kendi şeyhinin, zamanının şeyhlerinden daha üstün olduğuna inanmazsa ihlâsında zaaf vardır.  Bu halde müride zarar gelmez mi? diye soruldu. Cevâben:  Hayır, gelmez. Yeter ki diğer meşâhıyı inkâr etmesin. İnkâr ederse zarar görür. Hattâ, bazen şeyhinin makamına da zarar gelir, buyurdu.
Bir mürid başka bir meşâyıhı ziyaret edeceği zaman, kendi şeyhinin râbıtasını yaparak, himmet istemelidir. Ziyaret ettiği şeyhi, kendisi ile mürşidi arasında bir vasıta kabul ederek kalbinden «Ben ziyarete geldim, siz benim mürşidimden ricâ edin, şeyhim bana himmet etsin» demelidir. Şayet kendisine bir feyiz, bereket veya himmetin geldiğini görürse; bilmelidir ki, gelen füyûzat, ziyaret ettiği şeyhten değil, kendi şeyhinden gelmiştir. Bu durum, ister o veli hayatta iken olsun, isterse türbesini ziyaret esnasında olsun, değişmez. 
Bir müridi, Efendim, izin verirseniz, şu anda filan köyde bulunan, birlikte tahsil yaptığımız mübarek evladınızı ziyaret etmek istiyorum. Bu söze celâllenen Gavs Hazretleri şöyle der: "Evlâdım Şâh-ı Hazne bir tanedir. O da buradadır." (Şâh-ı Hazne ifadesiyle kendisini kastetmektedir.)  
Başka şeyhlerin müridleri yanında oturduğunuz zaman onların şeyhlerini methedin. Dikkat edin, tâ ki Şah-ı Hazne (K.S.) 'ye münkir olmasınlar.
Helâl kazanç için çalışan bir kişi, kalbini işin başında ve sonunda zikirle meşgul ederse; ortası da Cenâb-ı Hak tarafından taat ve ibadet sayılır.
Insan yemeği çok yememelidir, çok yemek kalbi katılaştırır.

Çok konuşmak kalbin Allah'tan (C.C.) gâfil olmasına sebeb olur. Dil susmadan kalbin zikre geçmesi zordur. İnsan ihtiyaç miktarınca konuşmalıdır. Namaz kılmayanların, sâdatları inkâr edenlerin yemeklerinden mümkünse yememeli, onlarla ünsiyet etmemeli, çünkü maksada ulaşmaya, bunlar hicab olur.
Ehlinize tavsiye edin, yemek yaparken abdestli bulunsun.Ehl-i gâfil cemaatlerden kaçınmalıdır. Gece namazına ve gece ibâdetine devam edin. Sâdatların çoğu gece ibâdeti ile Allah'a ulaşmışlar zîrâ, gece kalbde havâtır olmaz. Kalb huzur içinde olur.     
Gavs-ı Bilvanisi (K.S.) Hazretleri bir sohbetlerinde: “Siz kişinin dünya çalışmasına bakınız. Eğer dünyası için çalışkan, mahir biriyse ahireti için de öyledir. Dünyanın pehlivanı, ahiretine de pehlivandır.” buyuruyorlar.  
İhlâs, Rabbü'l-âlemin'in emir ve hükümlerini sadece Allah rızası için yapmak, bunun için bütün gücünü sarfetmek ve bunlara sebat göstermenin özüdür. İnsan kıymet verdiği ve düşündüğü şey kadardır. Hayatını şöhret ve şehvete adayan kişinin sonu hiç kuşkusuz hüsrandır.
Beş vakit namazı terketmemelisiniz. Namazlarınızı cemaatle kılmalısınız. İnsan cemaatle namaz kılmak yerine tek başına namaz kılmayı tercih ediyorsa, bunun sebebi nefis letâifinin terbiye edilmeyişindendir. Çok konuşmamalısınız. Çok konuşmak gıybet meydana getirebilir. Gıybet, başkasının arkasından konuşmak demektir. Bir insanın gıybet yaptığının bir özelliği de kıldığı namazlardan sonra tesbihat yapmayı terketmesidir. Helâl lokma yemek letâiflerin çalışmasını sağlar. Kalbin nefse mağlup olduğu işlerin başında tuvalet âdâbına uymamak, düzgün abdest almamak, guslü usulünce yapmamak ve necâsetten korunmamak gelir. Halkın eziyetlerine tahammül etmelisiniz. Tahammül etmek büyüklüktür. Allah Teâlâ Peygamberimiz'e (s.a.v) bile şöyle buyuruyor: "Azim sahibi peygamberlerin sabrettiği gibi sen de sabret." (Ahkaf-35) Mal, mülk, aile ve evlât sevgisinde dengeli davranmalısınız. Bunların varlığı da yokluğu da imtihan vesilesidir. Cömert olmalısınız. Fakir ve miskinlere şefkatle davranmalısınız. Aileniz ve çocuklarınız başta olmak üzere bütün insanlarla iyi geçinmelisiniz. İnsanların eksikleriyle meşgul olmak yerine evvelâ kendi kusurlarınızla meşgul olmalısınız. Onun için şöyle denilmiştir:
Sen kendi varlığından gafil olmadıkça  
Hiçbir zaman muradına ulaşamazsın
Zahir denizinden sahile çıkmadıkça
Ehl-i aşk nezdinde kâmil olamazsın


Sâdât-ı kirâmın yoluna giren mürid, şu kötü huylardan kalbini temizlemelidir:
Allah Teâlâ bazı kişilere servet veya ilim vermiştir. Bu O'nun bir ikramıdır. Bu ikrama lâyık görülen kişiler tevazu sahibi olmalıdır. Kibirlenmemelidir. Tevazuyu elde edemeyen müridler, kibir hastalığından kurtulamazlar. Zenginlerin tevazuu, fakirlerle birlikte olabilmektir.
Müridin haram işlere yönelmesi, kalp huzurunun kaybolmasına sebep olur. Müridin kazancı helâl olmalıdır. Kişi helâl kazancın kendi ihtiyacından fazlasını başkalarına yardım ederek değerlendirmelidir. Çünkü bu durum, insanın harama yönelmesini engeller. Buna îsâr denir ki bu, sahâbe-i kirâmın en önemli özelliklerindendir.
Mürid, merhametsiz olmamalıdır. Merhametsizlik, kul ile Allah Teâlâ arasında bir engeldir. Allah'ın kullarına şefkat göstermeyen, rabbimizin merhametine mazhar olamaz. Şah-ı Hazne (k.s) şöyle demiştir:
'Sizler mürşidinizden ziyade, onun müridlerine hizmet etmek için gayret edin. Zira kullar, Allah'ın iyâlidir. O'nun iyâline fedakârlık etmeyen, Allah Teâlâ'dan feyiz alamaz. Seyda-i Tâhî hazretleri, Mevlânâ Fethullah Verkânisî hazretlerine şöyle buyurmuştur:
'Bizim yolumuz, üstada ve arkadaşlara canı feda edebilmeyi gerektirir. Çünkü bu yol, Hz. Ebû Bekir Efendimiz'in (r.a) yoludur. O Allah yolunda her şeyini, arkadaşı Hz. Muhammed Mustafa Efendimiz (s.a.v) hakkında feda etmişti. Sadece o değil, bütün ashâb-ı kirâm böyleydi ve bundan çok fayda gördüler.'
Kalp yaratılışı gereği kâmil zatları sever. İlim ehli olan, hikmet sahiplerinin sohbetlerinden gönlü mahrum etmemek gerekir. Mürid buna dikkat ederse, gönlü ilâhî feyizlere açık duruma gelir. Eğer bir kişi, mürşidine tâbi olduktan sonra kemâlâttan mahrum kalıyorsa bunun sebebi, fâsık insanlarla düşüp kalkmasıdır. Bizim yolumuz edep ile elde edilir. Şah-ı Nakşibend (k.s) şöyle buyurmuştur:
'Hikmet ve ilim sahipleriyle sohbet edene müjdeler olsun!...'
Helâl lokma yemek için gayret eden mürid faydasını mutlaka görür. Çünkü helâl lokma kalbin mânevî olarak ilerlemesine yardımcı olur.
Mürid, bilmediklerini mutlaka ilim sahiplerinden öğrenmelidir.
Mürid, kimseye zarar vermemelidir.
Müridin gayesi, dünyalık mal ve mülk biriktirmek olmamalıdır.
Mürid, zikre devam ederse sükût haline kavuşur. Bu, iyi bir haslettir. Sükût halini elde eden mürid, zikrin de faydasını görmüşse huzur ehli olur.
Olgun müminin özelliği şudur: Bir mümin herhangi bir günah işleyeceği zaman, imanı günahına mani olur. Meselâ birine kötülük yapacağı sırada, bu kötülüğü yapmazsa, yapabilecek güçte iken kendini tutabiliyorsa o kişi, kâmil iman sahibidir. Gerçekten Allah'ı seven kişi, emrine itaat eder. Ben falancayı seviyorum diyen kimse, o kişinin sözünü kırmaz; kırıyorsa samimi değildir. İnsan ömrü çok kısadır, kısacıktır. Bugün insanoğlunun ömrünü ortalama altmış yıl kabul edersek, bunun on beş senesi zaten çocuklukla geçiyor, yarısı da geceleyin uyuyarak bitiyor, geriye kalan ne ki! Bunu da insan hırs, tamah ve nefsani istekler için harcarsa bu dünyadan eli boş gider. Onun için insan, yapacağı işlerde çok dikkatli olmalıdır. Niyetini Allah rızası için düzeltmelidir. İşte sâdât-ı kirâm önce müridinin niyeti düzeltiyor.
Bakınız Şah-ı Hazne ne diyor  'Yaptığım her işte önce niyetimi Allah'ın rızasına uygun hale getiririm. Sonra işimi yaparım.' İbadetlerin sermayesi niyettir. Niyet Allah Teâlâ'ya tam olarak yönelmektir. Bu sadece ahiret işlerinde değil, dünya işlerinde de böyledir. İnsan her işe başlarken, tarlayı sürerken, alışveriş yaparken hep Allah'ın rızasını gözetmelidir. Yaptığım işte ailemin rızkını temin için gayret ediyorum, onların karınlarını doyurmak, elbiselerini temin etmek, onları kimseye muhtaç etmemek için çalışıyorum, bu da bir ibadettir diye düşünmelidir. Çünkü çalışarak rızık temin etmek ibadettir ve çalışmak Allah'ın emridir.  İnsan dünyada çalışırken ahiretini ihmal etmemeli, Allah yolunu kaybetmemelidir. Dünya kaybedilirse tekrar kazanılabilir. Fakat Allah yolunu kaybetmek öyle mi? Dünya çok güzeldir, ama kimler için? Dünyayı Allah Teâlâ'ya ulaşmakta vasıta yapanlar için çok güzeldir. Bu şekilde davrananların çok faydası olur. Hz. Hüseyin'in (r.a) oğlu Zeynelabidîn hazretleri, evine bir fakir gelse ona, 'Merhaba! Hoş geldin, safalar getirdin, bana ahireti kazandırmaya geldin' dermiş. İşte böyle davranabilmek gerçek büyüklüktür.
Bir gün Gavs hazretlerine uzak dağ köylerinden bir adam geldi. "Kurban vallahi biz sizi çok seviyoruz, ama bizim köyümüz çok uzaktır buraya. Biz gelemiyoruz" dedi Gavs hazretlerine... Böyle biraz nazlandı yani. Yani gelemezsek mazur görülür müyüz demek istiyordu herhalde.
Bunun üzerine Gavs bir sohbet yaptı:
"Elli altmış yaşlarında bir kadın düşünün. Hiç çocuğu olmamış böyle bir kadına Allah Teâlâ o yaştan sonra bir çocuk nasip etse, kadın çocuğunu çok sever değil mi? Çok sevdiği halde çocuk beşiğinde gece boyunca ağlamazsa annesi sabaha kadar ona yanaşmaz. Mürid ile mürşid arasındaki durum da buna benzer. Mürid, mürşidin yanına sık gelip gidecek ki muhabbet artsın. Eğer insan Allah rızası için gidip gelse, Allah'tan başka bir niyeti olmazsa Allah her adım da ona sevap yazar" buyurdu.
Müridin her hafta mürşidini görmesi lazımdır. Bir haftada gelemezse on beş gün. On beş gün olmazsa bir ay. Bir ay gelemezse üç ay. Üç ay da mümkün değilse altı ay. Altı ay da gelememişse bir sene. Mürid bir seneden fazla gelmezse manevi tasarrufatı düşer. Ama sekerata girerse sâdât ondan elini çekmez, imanlı gitmesi için uğraşır, Allah'ın izniyle de imanlı gider.
Siz kendinizi tasavvufa girmekle diğer Müslümanlardan sakın üstün görmeyin. İnsan kendini kâfirden elli kat daha kötü görmezse Allah'tan uzak demektir.(Gavs-ı Kasrevi hazretleri,Ravza-i Mutahhara'ya mektup yollamıştı bir defasında. Hacca giden bir sûfî emrini sormuştu, mübarek de "Bir mektubumuz var. Ravza'ya varınca mektubumuzu Resûllulah'ın huzuruna bırak" demişti. O mektuptan götüren arkadaş vesilesiyle bir iki satır öğrene bilmişliğim var. "Bu mektup insanların en hakirinden, en kötüsünden, en günahkârından... Onun günahları yerle gökler arasını doldurdu. Melekler onun günahını yazmaktan yoruldu."  Gavs hazretleri böyle başlamış Resûlullah'a giden mektuba.)
Siz temizliğe çok riayet edin. Okuduğunuz sûrelerin manalarını mutlaka kendi lisanınıza göre tercüme edin, anlayın. Herkes kendi lisanına göre anlasın ki ne okuduğunu bilsin. Sûfiler, namaz içerisinde Fâtiha sûresini okurken vecd halinde olunuz. Eğer bunu tam yapamıyorsanız hiç değilse Fâtiha sûresinin içerisindeki 'İyyâke na'büdü ve iyyâke nesteîn' kısmını Türkçe bilenler Türkçe, Kürtçe bilenler Kürtçe manası neyse anlasın. Bunu mutlaka öğrenin.En büyük zikir namazdır. Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi vesellem] huzura çıkınca ( Mirac ), 'et-tahiyyâtü lillahi ve's-salavâtü ve't-tayyibât' dedi. Allah Teâlâ, Peygamberimiz'e 'es-selâ-mü aleyke eyyühe'n-nebiyyü ve berekâtühû' diye karşılık verdi. Ondan sonra Resûlullah Efendimiz, 'es-selâmü aley- nâ ve alâ ibâdillahi's-sâlihîn' diye devam etti. Melekler de 'eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû' diyerek şahitliklerini beyan ettiler. İşte ümmet-i Muhammed her namazda Tahiyyat'a oturduğunda o huzura çıkış anını yaşadığını bilmelidir. Namaz kılan huzurda olduğunu bilmelidir. Namaz kılarken acele etmeyin, orada Allah Teâlâ ile mülakat vardır. Namaz kılan kişi Salli ve Bârik dualarını okurken Resûl-i Ekrem Efendimiz'i [sallallahu aleyhi vesellem] ve Ehl-i beyt'ini, İbrahim, İsmail, İshak'ı [aleyhimüsselâm] ve onların ehl-i beytlerini hatırlamalıdır.Bir de en azından Fâtiha-ı Şerife'nin ve Tahiyyat'ta okuduklarımızın manasını bilmeliyiz. Sûfilerin bunu bilmesi lazım.
Buyurdu: "Burada bir sürü hoca var, gidin onlara Fâtihalarınızı düzeltin." Sonra ekledi: "Fâtiha'nın içinde on dört tane şedde vardır. Nasıl ki bir kamyonun motorundaki parçalardan biri koparsa o kam- yon durur, bir insan da Fâtiha'nın içindeki bir şeddeyi okumasa namaz tam olmaz. O on dört şedde nerededir; üç tanesi besmele- dedir, on bir tanesi de Fâtiha'nın içindedir. Her şedde bir harfin yerindedir. Siz gidin hocalarınızın, âlimlerinizin yanında iyice ders alın, Fâtiha'nızı öğrenin. Kendinizi düzeltin. İnsanın ilmi ne kadar iyi olursa ameli de o kadar iyi olur. İlmi bozuk olursa amellerin hepsi bozuk olur. Hepsi boşa gider."
Bir sohbetinde, "Ey sûfîler, nâmahreme çok dikkat edin. Nâmahremin ateşinde mahvolursunuz" dedi. "Nakşibendi yere bakar, nazar ber-kadem eder...  göz göze gelmeyin. Yoksa nâmahrem size çok zarar verir" buyurdu. Sohbetin devamında, "Her nereye giderseniz Nakşibendi sûfisini tanırsınız, sûfi kendini tanıtır. Kendi murakıbını duyurur Sufiler, siz birbirinizle kardeşsiniz, kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur. Namazlarınızı kılın. Aile efradında küs olan varsa barış tırın, nasihatlerde bulunun" demişti.

Bir insan bir yerde bir lira düşürse, oraya ne zaman gelse aklına parası gelir. Bu zamanda insanlar Allah'ı kaybetmişler, kimsenin hatırına gelmiyor. İhlâs, muhabbet bu değildir, İslâmiyet böyle değildir.
Akidesi zayıf olanın imanı da zayıftır. Zayıf olan iman her zaman tehlikededir. Dinin ayakta kalması ilimledir. Şah-ı Hazne (K.S.) diyor: «Dünyayı isteyen ilim okusun, Ahireti isteyen de ilim okusun.»  Bunun için ilim çok önemlidir. Bakınız Rabbi Teâlâ buyuruyor: «Allah'tan gereği gibi ancak âlimler korkar.» İnsan hayatı dünyeviye sinin her anını sünneti seniyye'ye göre ayarlamalıdır.   Bir müridin tasavvufta yol almasının, inkişaf etmesinin üç sebebi vardır:  1. Müridin bu yola istidadı olacak,  2. Müridin biat ettiği mürşid, kâmil bir zat olacak,  3. Mürid gayret edecek.